“İşleyen demir pas tutmaz” atasözünün kıymet-i hakikiyesi o denli tesirlidir ki, insanın günlük yaşantısına etki ettiği gibi insanın ruhsal benliğine de o denli etki etmektedir. Atasözünün esas manası çalışmaktır. Çalışmak; günlük hayatta herhangi bir meşgale edinmeyi kapsadığı gibi, sosyal bir aktiviteyi de ihtiva etmektedir. Antik çağ Yunan filozoflarından başlayan bu silsile 21.yüzyıl düşünürlerine kadar gelmiş ve bütün fikriyat sahipleri çalışmak eylemini ele almış, bu hususta düşünmüş ve nasihatler vermiştir. Bu yazımızda ise Türk-İslam düşünürlerinden olan Farabi’nin çalışma gayesini, 20.yüzyıl sosyologlarından Cemil Meriç’in çalışma azmini ve bu azmi nasıl kazandığını, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün gençliğe armağan ettiği çalışma vazifesini ve son yüzyılın yaşayan tarih profesörü İlber Ortaylı’nın çalışmak üzerine söylemlerinin ele alacağız.
Türk düşünürlerinin en büyüğü olan Farabi, Türk-İslam düşünürleri ve İslam disiplini içinde yetişmiş bir alimdir. Onu bu denli özgü ve unutulmaz kılan hiç şüphesiz kendine ait bir metafizik oluşturmasıdır. Aristoteles’in mantığına dayanan usçu bir metafizik oluşturması onu yüzyıllar sonrasında bile hatırlanmasını sağlamaktadır. Gayesi şudur ki; Aristoteles’i, biraz da Platon’un yardımıyla İslam dinine uzlaştırmaktı. Farabi bununla da yetinmemiş, İslam dinini de bilim ile uzlaştırmaya çalışmıştır. Yani Farabi, bir gaye için çalışmıştır. Hırsı ve istekleri uğruna çabalaması ilk evvel lisanları bilmekle başlamıştır. Anadili Türkçe kadar Arapça, Farsça, Süryanice ve Yunanca bilmekteydi. Aynı zamanda uzman bir tabip ve müzikçiydi. Kimi kaynaklarda yüz, kimi kaynaklarda yüz elliye yakın kitap yazdığı rivayet edilmektedir. “Erdemlerin en büyüğü bilimdir”. O erdemli olma uğruna bütün bir ömrü armağan etmiş Türk-İslam düşünürlerindendir. Çalışmak, onun için mutluluk veren bir hissiyattır. Devletin bireye, bireyin devlete karşı sorumlulukları olduğunu dile getiren ve bunun felsefesini kaleme aldığı “İdeal Devlet” eserinde çalışmanın mutluluk getirdiği lakin bu çalışmanın yürekten gelen bir his ile olmasını dile getirmiştir.
“İnsan, bazen bir tesadüfle güzel işler yapar. Bazen de bu güzel işleri isteyerek değil, herhangi bir baskı altında yapmış olur. Böyle yapılan işler mutluluk getirmez”.
Farabi, çalışmanın mutluluk getirdiğini ve bu mutluluğun kâinatta başka hiçbir şeyden temin edilemeyeceğine inanan bir düşünürdü. El-Farabi’nin mirasının sermayesi tamamen çalışmak ve okumaktan oluşuyordu. O, zamanlarında tanınmış bütün düşünürlerin yansıra ahlak, politika, doğa, aritmetik ve müziği öğrendi. Ama ilk sırada felsefe ve mantık vardı.
Çalışmak; etimolojik olarak bir eylem niteliğinde karşımıza çıkmaktadır. Lakin temelinde arzunun ve hedefin yolunda ilerlemek ve bu yolda çaba sarf etmek olduğunu anlarız. Bizi biz yapan ülkünün ne olduğunu bilip ve bu ülkülerin akıbeti hakkında ilerlemek en nihayetinde çalışmaktır. Misal vermek gerekirse şayet, insan, doktor olmak istiyorsa eğer bu yolda ilerler. Tıp fakültesi ve tıp kitapları bitirir en nihayetinde de doktor olur. Ama ne olursa olsun bir hedef ve ülkü için çalışır. Sadece meslek edinmek için değil bir sanat dalı içinde çalışır insan. İyi bir öykü ustası olmak isteyen bir kişi sürekli öykü üzerine okumlar yapar ve iyi bir öykü yazmak için çabalar. Yani bu durum için çalışır ve bu çalışma kesik kesik değil sürekliliğin sonucunda başarıya ulaşır.
“Bir fikir veya duygunun içimizde canlanması ve yaşarması için samimi olması, devamlı olması ve tekrar etmesi gerekir. Bu fikir veya duygu yavaş yavaş ama sebatkar bir şekilde etkisini artırır, adeta etrafını çevreleyen kaynakları oluşturup, kendisini empoze eder ve bir değer yargısı halini alır. Sanat eserleri bu durum sonucunda ortaya çıkar”.
Fransız eğitimci ve pedagog olan Jules Payot’un ünlü eseri “İrade Terbiyesinde” açıklığa kavuşturduğu bu cümle Türk sosyolog ve düşünür olan Cemil Meriç’in kitaptan etkilendiği en hassas anekdottur. Kendi deyimi ile “disiplin içinde çalışmayı bu kitaptan öğrendim” cümlesi Türk aydın ve düşünürlerine bir ışık tutmaktadır. O, çocukluk yıllarında kendini okumaya vermiş ve kendine has toplumsal bir metafiziğini oluşturmak için çalışmıştır. Bunun için öncelikle kendi metaforunu ve bu metaforların silsilesi ile de kendine has bir düşünce ve yazım yaratmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son içtimaiyat üzerine düşünen, fikriyat safhasının en önemli kişiliği olan Cemil Meriç, çalışkanlığı ve okuma üzerine yaptığı başarılar ile bilinir. Son Osmanlıya ve yeni Cumhuriyete bizzat tanıklık etmiş, bu süreç içerisinde kendi düşünce ve dünyasını oluşturmuştur. Dönemin getirdiği sefalet, sefaletin getirdiği esaret onun yaşamına etkisi oldukça fazladır. Edebiyata ve edebi yapıtlara olan alakası onu büyük bir fikir sahibi yapmıştır. Bu yüzden kitaplara yönelmesi erken çağda kendini göstermiş ve ilk yazısını memleketi Antakya’da çıkan Yeni Gün gazetesindeki “Geç Kalmış Bir Muhasebe” başlıklı yazısı ile hem edebiyat hem de içtimaiyat hayatı başlamıştır. (23 Eylül 1933)
Onun çalışma prensibi daha çok düşünme, okuma ve yazma üzerinedir. İdeal olarak gördüğü ve sistematiğini kavramaya çalıştığı kişi Fransız sosyalizminin kurucusu ve fikir babası olarak görünen Henri de Saint-Simon’dur. 1967 yılına kadar Saint-Simon üzerine okumalar yapar ve bazı yazılarını belli başlı yayın mecralarında yayımlar. Daha sonra büyük bir çalışmanın getirdiği gayret ile “İlk sosyolog-ilk sosyalist” kitabı neşredilir. Cemil Meriç’in çalışma hayatı sürekli arayışlar ile geçer. Kendi yaptığı tasnife göre kendini şu dönemlere ayırır;
- 1917-1925: Koyu Müslümanlık devri
- 1925-1936: Şoven Milliyetçilik devri
- 1936-1938: Sosyalistlik devri
- 1938-1960: “Araf” dediği kuluçka devri
- 1960-1964: Hint devri
- 1964’ten sonrası: Sadece Osmanlı devri
Türk edebiyatının ve Türk sosyolojisinin en büyük düşünürlerinden biri olan Cemil Meriç bütün ömrü boyunca tek bir gaye için çalışmıştır. Anlaşılmak. O, Friedrich Hegel’in diyalektiği olan Tez-Antitez-Sentez yolunda ilerlemiş ve bunu Türk kültürü ile harmanlayarak bir metafizik oluşturmaya çalışmıştır. Gayesi şudur ki; geçmiş kültürü hiçe saymadan (Osmanlı Devleti’nin kültür ve medeniyet birikimini kastetmektedir) yeni kurulan ve filizlenmeye çalışan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalması için gençlerin ve eğitimin nasıl olacağını Avrupa nazarından örnekler vererek ve olması gereken hususlar ile açıklayarak oturtmaya çalışmıştır. Ona göre bir medeniyetin ve devletin uzun soluklu sergüzeşti şuna bağlıydı: “gelecek nesilleri kitaplar ile beslemek”.
Çünkü gençlik bir milletin temel taşıdır. Milletlerin geleceği ve sonu gençliğin çalışmasındaki sebatkarlık ile aynı paralelde ilerler. Gençliğe aşılanan çalışma duygusu bir milletin uzun vadede başarısını gösterir. Osmanlı Devleti’nin son yarım asrında gençler; Fransız ve İngiliz söylemlerin etkisinde kalmış, fikirleri dış mihrakların suları ile yıkanmış, ardı arkası kesilmeyen ideolojiler ile devlete karşı başkaldırma itemine itilmiştir. Bu gençlik Osmanlı Devleti’nin yıkımını hızlandırmıştır. Bilançosu ağır olan harpler ile kesilen fatura ödenmiş ve yeni bir birikimin peşine düşülmüştür. Bu birikimin ilk örneği ise Türkiye Cumhuriyeti ve onu yaşatacak olan gençlikti. Bu gençliğin temel domino taşlarını sağlam atmak isteyen birçok aydın, düşünür ve fikir adamları işe koyulmuş ve bu ülkü için yoğun çaba sarf etmişlerdir. Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere birçok fikriyat sahibi insan gençliğin eğitimine önem vermiştir. Atatürk’ün idealizmindeki gençlik, her şeyden öte okuyan ve çalışan, tamamen laik, aklı ve bilimi ön planda tutan bir gençlikten ibaretti. Atatürk’ün çalışma gayesi ilk evvel ülkedeki düşmanı saf dışı bırakmak, daha sonra ise yeni bir devlet kurarak muasır medeniyetler zirvesine taşımaktı. Bunun için çalışmış ve bunu başarmış bir lider vasfına sahip nadide kişilikti. Onun en büyük arzusu canından çok sevdiği Türk milletinin selamete erişmesi ve hak ettiği mertebeye gelebilmesiydi. Bunu da ancak bir Türk subayı olarak başarabileceğini bildiği için çocukluk yılarından itibaren asker olma hayali ile yaşamıştır. Hayallerini gerçekleştirmiş ve çalışma azmini düvel-i muazzama kanıtlamıştır. Kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni ancak ve ancak yeni nesil olan gençliğe emanet edebileceğini bilen ve gençliğin bu Cumhuriyeti sonuna kadar savunacağını ve koruyacağını bilen bir şahsiyetti. Mustafa Kemal Atatürk şu sözleri ile bize bunu çok açık bir şekilde özetlemiştir: “ilk işimiz milleti çalışkan yapmaktır”.
Başbuğ Atatürk’ün ilk gayesi işte bunu başarmaktı. Bu ülkü için çalışmalara başlamıştır. Eğitimin ne denli önemli olduğunu bilen bir kişiliğe sahipti. Eğitimin başarılı ve kalıcı olması için de dilin ne kadar önemli olduğunu bilen bir liderdi. İlk evvel bunun için çalışmış ve Latin Harflerini esas alan “Yeni Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Kanunu” çıkarmıştır, 1 Kasım 1928 yılında resmen Harf Devrimini gerçekleştirmiştir. Eğitimin her yerde ve her koşulda olması gerektiğine yürekten inanan ve bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin her karışına yaymayı hedefleyen Atatürk; 17 Nisan 1940 yılında Hasan Ali Yücel önderliğinde Köy Enstitülerini açmıştır. Çalışma azmi bir nebze olsun dinmek bilmeyen bir liderdi o. Türk milleti tarihini ve dilini doğru bilmeli ve yorumlamalı diyerek Türk Tarih Kurumunu ve Türk Dil Kurumunu açmıştır. Garp’ın irtica olarak gördüğü eğitimde kız ve erkek çocuklarının ayrı okutulması meselesini ve söylemlerini bir çırpıda silmiştir. O döneme kadar ayrı sınıflarda eğitim alan çocukları kardeşlik duygusu ve birlik olgusu oturması için ve kadın-erkek her alanda eşit olmalı dediği için 3 Mart 1924 tarihinde gerçekleştirdiği Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim ve öğretim tek bir çatı altında toplamıştır. Bu inkılap Avrupa nazarında en büyük inkılap olarak yankı bulmuş ve Türklerin bu vakte kadar gerçekleştirdiği en büyük devrim olarak görülmüştür.
“Gençler cesaretimi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yaşatacak ve yüceltecek olan sizlersiniz”
İşte; Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün ümidim gençliktedir dediği için, çalışkan bir gençlik, düşünen ve üreten yeni nesil için çalışmıştır. Onun tek temennisi hiç şüphesiz “İstikbal Göklerdedir” sözünü ümidim dediği gençliğin başarmasıdır.
Atatürk’ün emanet ettiği gençlik ise durmaksızın çalışmış, düşünmüş ve üretmiştir. Kendilerine emanet edilen vazifeyi üstlenmiş, taşıdıkları bayrağı layığı ile bir sonraki nesille emanet etmiştir. Atatürk’ün temellerini attığı eğitim sisteminin meyveleri günümüz Türkiye’sinde örnek teşkil eden şahsiyetleri yetiştirmiştir. Atatürk’ü anlayan, onun prensiplerine ve inkılaplarına anlam kazandıran önemli şahsiyetlerin başında gelen biri hiç kuşkusuz İlber Ortaylı’dır. Atatürk’ün kurduğu eğitim sisteminden mezun olmuş ve Osmanlı Devleti’nin son tarihçisi olan Halil İnalcık’tan ders almış, hayatı boyunca okumuş, düşünmüş ve yazmıştır. Avrupa tahsili sırasında yaptığı gözlemleri kitaplarında yazmış ve Türk gençliğinin tek gayesi çalışmak olmalı nasihatini her seferinde vurgulamıştır.
“Kimsenin sizi bulmasını beklemeyin, nitelikli insanları siz arayın. Ben insanları arar bulurum. İyi hocalardan ders almak için bizzat çok uğraşmışımdır. Neticede kimse beni keşfetmedi”.
İlber Ortaylı yetmiş yıllık ahir ömründe edindiği bilgileri ve bu bilgileri öğrenmek için nasıl çalıştığını anlattığı “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” kitabında yazdığı bu cümle gençliğe verdiği en büyük nasihattir. Hakiki ilmin peşine düşmüş ve öğrenmek için çaba sarf etmiştir. Tarih, edebiyat ve hukuk başarılı olduğu alanlardır. Kendi gayesi ile sekiz dil öğrenmiş, İngiltere’de eğitim verdiği zamanlar birçok tarih profesörü ile tanışmış, Amerika’da eğitim gördüğü zamanlarda ise birçok akademik kitapları incelemiş ve üzerine yazılar kaleme almıştır. Afet İnan, verdiği bir röportajda: “çalışma masası kitapların içinde kaybolmuş, kitapların varlığı yüzünden evin içerisinde adım atacak yer yoktu” cümlesi bütün ömrünü okumaya verdiğini gösterir. Çalışma duygusunu genç yaşlarda temin etmiş birçok şahsiyetin teşekkül ettiği bir zamanda bizlerin tek gayesi çalışmak olmalıdır. Türk milletinin ve Türk gençliğinin ilelebet payidar kalması şu iki temele dayanır: okumak ve çalışmak.
Gayemiz şu olmalı ki; bizleri asıl mevkiimiz olan muasır medeniyete götürsün, bizlere emanet edilen değerlere layığı ile sahip çıkılsın ve gelecek çağlarda, geçmiş çağlarda olduğu gibi yeni kuşaklara bir ülkü ve gaye bırakılsın. İşte bu ülkü ve gaye için çok çalışmak en mümtaz haysiyeti ve hissiyatı ihtiva eden bir onur ve vazifedir. Çalışmak içinse önce başlamak gerekir. Şu an yapmanız gereken her ne varsa onun için çalışmaya başlayın. Çünkü çalışmak; insanı olduğu yerden ve zaman diliminden ileriye götüren tek eylemdir. Mustafa Kemal Atatürk’ün hayat felsefesi olan “Türk, öğün, çalış ve güven” sözünü armağan ettiği yüce Türk milleti ve sözün değerini bilen Türk gençliğinin şanı yüce gayesi çalışmak olsun.
Asude bir zerafet eşliğinde şiirle mest olan, ulvi güzelliklere hasım, inatçı umutlara yoldaş, ikbali vuslat yolcusu ya da acılarıyla beslenen insan-ı kamil ruhu.