“Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.” Didem Madak
Bir başkadır… Berkun Oya tarafından yazılan ve yönetilen, oyuncu kadrosunun herkese “Bu kadar iyi oynuyor muymuş ya” cümlesini tekrarlattığı, son zamanların en çok konuşulan ve en çok tartışılan dizisi… Farklılıklarımızın bizi birbirimizden uzaklaştırdığı, bizim gibi olanı normal kabul edip alışık olmadıklarımıza yanlış gözüyle baktığımız şu dönemde bize biz olmayı sorgulatan, bir yandan da kim bunlar kimi eleştiriyorlar dedirten bir dizi.
Dizi, hakkındaki yorumlarda “Türk toplumun yansıması” ifadesinin sıkça kullanıldığı ve bu yorumu hak eden bir yapım. Türk toplumu denince akla gelen neredeyse her çeşit insanı içinde barındırıyor. Toplumun vazgeçilmezi, acının beden bulmuş hali kadını, Ruhiye (Funda Eryiğit) karakterinde görüyoruz. Hiçbir suçu olmadan Ruhiye’nin yaşadığı olumsuzlukların cefasını oğlu İsmail (Göktuğ Yıldırım) de çekiyor. Ruhiye içine kaçtıkça, İsmail de hayattan kaçıyor. Ruhiye sustukça İsmail konuşmaya başlayamıyor. Ruhiye ne zaman içindeki güçlü kadını ortaya çıkarırsa, onunla birlikte bu yükü taşıyan herkes derin bir nefes alacak. Çünkü bir acıyı tek kişi yaşamıyor hiçbir zaman, yolu beraber yürüdüğümüz herkese dağıtıyoruz yükümüzü. Ruhiye’nin yükünü taşıyan bir diğer kişi, girdiği kalıplardan çıkamayan, her sorusuna anında cevap isteyen aksine kendine yöneltilen sorulardan her daim kaçan eşi Yasin (Fatih Artman). Yasin her zaman baskıcı bir tavır sergilese de “Kalbin bakire olsun Ruhiye, ben senin kalbini sevdim” repliğiyle gerçek sevginin aşılamaz sanılan her şeyin üstesinden gelebileceğinin kanıtını sunuyor. Sevginin üstesinden gelebileceklerini yansıtan diğer karakter, cahil (!) kesimin danışmanı, hocası, Ali Sadi (Settar Tanrıöğen). Kızı Hayrunnisa (Bilge Önal) büyüdüğü, bildiği, inandığı yol ile seçmek istediği yol arasında gidip gelirken Hayrunnisa’nın seçimine babası Ali Sadi’nin vereceği yanıt dizinin en önemli mesajlarından. Ali Sadi, toplumdaki birçok insanın temsili. Hayatları boyunca yönlendirilmiş, yapmaları gerekeni her zaman anneden, abiden, bir öğretmenden veya hocadan duymak zorunda hissedenlerin danıştığı, güvendiği insanların temsili. Meryem (Öykü Karayel) de yönlendirilmişlerden sadece biri. Hep uyum sağlamış ve abisi Yasin başta olmak üzere herkesin sözünü dinlemiş. Yine Ali Sadi’nin onayıyla psikiyatriste giden Meryem “Şifa bulmaya geldim ben sana, dedikodu yapmaya değil” diyerek psikiyatrist Peri (Defne Kayalar) ile sınırları ilk görüşmede çiziyor. Meryem’in Ali Sadi Hoca’ya olan güveninin, attığı her adımı ona sormasının rahatsız ediciliğinden bahseden Peri, bu insanları cahil kisvesinde değerlendirirken; kendisi de dahil olmak üzere hayatta herkesin fikirlerine, görüşlerine önem verdiği insanların yönlendirilmesiyle hareket ettiğinin örneğini farkında olmasa da yine kendisi veriyor: arkadaşı Elif ve Şaman… Kendisine hasta olarak gelen tesettürlü bir genç kadını kabullenememe gerçeğiyle yüzleşen Peri bir yandan bu düşüncelerle boğuşurken bir yanda da bu düşüncelerden kurtulmak için amansız bir mücadele içinde. Zaman geçtikçe, Meryem Peri’ye alıştıkça, Peri’nin mücadelesi daha da zorlaşıyor. Peri’nin mücadelesini zor yapan küçüklükten beri kafasına bir şekilde yerleşmiş düşüncelerin yanlışlığını bilmesine rağmen kabul edememesi. Peri, çözümü bulmuş çıkışı bulamamış halde bir döngüde dönüp dururken, kendine birçok şeyi itiraf ediyor. Büyüdüğü, yaşadığı akvaryumun içinden çıkıp da gerçek dünyayı gördüğünde, kabul edemedikleriyle aynı coğrafyayı paylaştığı gerçeğini kabullenmeye çalışırken hissettiği her şeyi arkadaşı ve psikiyatrist Gülbin (Tülin Özen)’ le paylaşıyor. Peri’nin kendini sorguladığı, suçladığı, akladığı bu döngüde Gülbin de Peri hakkındaki tanısını ortaya koyuyor. “Takmış kızın tesettürüne. Kendi kafasında çuvalla geziyor farkında değil. Yani farkında da en kötüsü o zaten hem yapıyor hem farkında.” İmkansızlıkların çarşafını yırtarak veya bir şekilde şansı yaver giderek hayatın kendine biçtiği rolden çıkabilen Gülbin ise aynı kalıptan çıkmış gibi durduğu Peri’nin harcından ne kadar farklı olduğunu ilk bölümde yansıtıyor.
Gülbin’ in ailesi dizide sonuçlandırılmadan kalan meselelerden biri. Gülbin’ in, ablası Gülan (Derya Karadaş)’ la olan sancılı ilişkisi ise bu coğrafyanın gerçeği. Yıllarca boğuştuk durduk kabul edemediklerimizle. Ne acıları göğüsleyebildik ne sorunları çözebildik. Elimizde bir tutam saçla kalakaldık. Gülbin’ in ailesi eksik anlatıldı, çözüme kavuşmadı çünkü buralarda bu mesele hala eksik hala çözümsüzken bir dizide çözülmesini beklemek bir ütopyaya inanmak olurdu. Dizinin sonuna yaklaştıkça Gülbin- Meryem ikilisinin ortak noktası Sinan (Alican Yücesoy)’ın eksik anlatımı biraz giderilse de yeterli gelmiyor. Sinan’ın bağlanılan, aranılan adam olma; birine bağlı olma arzusu yalnız kaldıkça daha çok belirginleşiyor. Ailesi tarafından bile hep ikinci plana atıldığını gördükçe aranmak arzusunun Sinan’ın içinde her daim diri kaldığı yansıtılıyor. Meryem’in Sinan’dan kopup Hilmi (Gökhan Yıkılkan)’ye yönelmesi bu noktada oldukça gerçekçi. Sinan aranmak için karşı koyulmaz bir istek duyarken, Hilmi tam tersi sevdiği kadına, kendini değerli hissettiren cesur ama saygılı adımlar atmaktan çekinmeyen bir adam. Meryem’in üzüntülerine, sevdiklerine, değer verdiklerine saygı gösteren Hilmi, okumanın, araştırmanın, kendini geliştirmenin sonu olmadığını; bunun imkanlarla, hayatın kendisinden (ç)aldıklarıyla değil sadece kendisiyle ilgili olduğunu hissettiren bir bilgin. Evet. Toplumda az bulunan okumamış bir bilgin. Hilmi’nin Meryem’e felsefeyi, bilimi, insan psikolojisini anlatmaya çalıştığı sahnelerdeki heyecanı iyi yansıtılmakla beraber yine de konuşmalarına daha fazla yer verilip hem Meryem hem de izleyiciler tarafından daha iyi anlaşılması sağlanabilirdi.
Türk toplumunda ki her çeşit insanı içeren dizide birinin de unutulmuş (!) olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar başörtüsünün geri kalmışlığı, cahilliği ifade etmeyeceği üzerinde de durulmaya çalışıldıysa da başörtülü okuyan, düşünen, tartışan, toplumun içinde yer alan bu kadar çok kadın varken dizide onlara yer vermemekle birlikte dizideki tüm başörtülü kadınları yaşam tarzları ve giyinişleriyle bu kadar dar bir alanda tutmak ya cahillik ya yetersizlik ya da trajikomik bir mesaj olmuş.
Toplumumuzda herkesin bastırılmış bir duygusu var. Kimi acılarını mesken ediyor kendine, kimi hayallerini, kimi geçmişini ve daha nicelerini… Jung’un dediği gibi “Üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız.” Sonucunda bastırılan inançlar, kalıplar, farklılıklar gibi dursa da her şekilde bastırdığımız kendi benliğimizden başkası değil. Kim olduğumuzu, içimizde yatanları sokaktakilerden saklayacağım hırsıyla içimizde çıkmaz sokaklara hapsettiğimizi fark etmemiz çoğu zaman mümkün olmuyor.
Kendine dürüst olamayan, kendini kendine itiraf edemeyen insan istediği kadar dürüstlük naraları atsın.
Lafügüzaf.
Çünkü ne yaparsa yapsın kendinden kaçamıyor insan.