fbpx

Geceyim

Çizgili Pijamalı Çocuk

Mark Herman tarafından yönetilen ve aynı isimli Jhon Boyne’nin ‘Çizgili Pijamalı Çocuk’ adlı romanından uyarlanan, 2008 yapımı bir film. Duygusal olmayan insanların bile kalplerini sızlatan, tarihin en acı yönünü iliklerine kadar hissettiren ve kimilerine göre başyapıt sayılabilecek bir filmdir. Filmin eleştirisine geçmeden önce kısa bir tavsiye vermek istiyorum. Bazı filmlerin izleme zamanını kendi duygusal halinize göre seçmeniz gerekir. Mutlaka ruhunuzun dinlendiği, kendinizi iyi hissettiğiniz bir an seçin zira film sonunda kederlenebilir, içinde bulunduğunuz dünyayı bir kez daha sorgulayabilirsiniz.

Film 2.Dünya Savaşı sonrası Nazi Almanya’sında geçiyor ve ana karakter olan Asa Butterfield’in canlandırdığı 9 yaşındaki Bruno etrafında dönüyor. Bruno’nun babası askeriyede yetkili bir komutandır ve terfi alarak başka bir bölgede görevlendirilir. Bruno oturdukları evi, arkadaşlarını çok sevmektedir ve başka bir yere taşınma fikri onu olumsuz etkiler. Tabii ki taşındıkları yer hoşuna gitmez. Bulunduğu yerde hiç yaşıt çocuk yoktur, okula gidemez ve evde arka bahçeye çıkılmaması gibi bazı yasaklar vardır.

 ‘Uzakta bir nokta benek oldu, benek damla oldu, damla şekil oldu ve şekil pijamalı çocuk oldu’

Kendi dünyasında kaşif olan küçük kahramanımız Bruno, odasının penceresinden çizgili pijama giyen ve çiftlik gibi bir yerde yaşayan insanlar görür. Aslında oranın Yahudi toplama kampı olduğundan bir haber tüm masumluğu ile orayı merak eder. Arka bahçeye olan yasak ve annesinin çiftlik hakkında aşırı tepkiler vermesi sonucu orayı iyice merak etmeye başlar. Öte yandan okula gidemedikleri için Bruno ve ablası Gretel için eve özel öğretmen gelir. Öğretmenin verdiği dersler tamamen Yahudileri kötüleyerek onların ‘insan’ sıfatıyla anılmasının bile yersiz olduğu yönündedir. Bu dersler bize o dönemde çocukların nasıl yanlı ve düşmanca yetiştirildiğini gösteriyor. Zaten film boyunca dönemin özelliklerini, komutanların sadece başka bir inançtan olan bu insanlara nasıl nefret duyduklarını açık bir şekilde görebiliyoruz. Tüm bunlar Bruno’nun çevresinde olup bitenleri kendi iç dünyasında tahlil etmesine, anlamlandırmaya çalışmasına yol açar. Çevresinde olanları sorgulamasının bir diğer nedeni; Bruno’nun gizlice arka bahçeden geçip çiftliği keşfetmesi ve orada Shmuel adında çizgili pijama giyen bir çocukla tanışıp yakın arkadaş olmasıdır. Shmuel ile tanışmasıyla artık Bruno tel örgülerle de tanışır. Doğruyu ve yanlışı kendi dünyasında ayırt etme çabası da tel örgülerle beraber daha şiddetli bir hal alır.

‘…o çit hayvanların çıkmasını engellemek için değil mi?

Hayvanların mı? Hayır, insanların çıkmasını engellemek için’

İşte Shmuel ile Bruno arasında geçen bu replik, o çitlerin insanların hayatlarını nasıl kararttığını tokat gibi yüzümüze vuruyor. Hayvan kadar bile değerli görülmeyip günlerce çalıştırılan genç, yaşlı, çocuk… İnsan vahşi bir canavar, hırslarından sıyrılamayan sakat bir mahlukat.

‘Çocukluk, mantığın karanlık sesleri gelmeden önce sesler, korkular ve görüntülerle ölçülür’

-John Betjeman

Filmin işleyişi küçük Bruno’nun etrafında dönmesiyle filmin her yanını çocuk merhameti, saflığı sarıyor. Ancak bu saflık filmin sonundaki kaderi iyileştirmiyor, değiştirmekten ise çok uzak. Filmin sonu belki de bu yüzden izleyicilerin içinde kocaman bir boşluk, kızgınlık ve üzüntü bırakıyor. Filmin konu aldığı vahşeti başka yerlerde detaylıca araştırsak üstüne üstlük bu filmi izlesek dahi ne yazık ki çizgili pijamalı çocukların neler hissettiğini asla tam olarak anlayamayız. Biz kendi çocukluğumuzu doyasıya yaşarken onlar tel örgülerle kapatılmış o ufacık alanı bizim dünyamız gibi oyun alanına çevirebildiler mi? Ya da kaybolan (yakılan, gaz odalarında vahşice katledilen) ailelerinin ne zaman döneceğini acıyla mı beklediler? Acaba küçücük omuzlarında dünya kadar yük varken el arabasıyla taş mı taşıdılar? Hiç şaşmaz! Dünya tarihi boyunca savaşan hep insan. Kazananlar ise güçlü devletler. Peki ya geride bıraktıkları enkaz? Bunların hesabını verecek olan kim? İşte böyle durumlarda; Shmuel’i arkadaşı olarak gören, arkadaşının aç olduğunu fark edince evden gizlice kaçırdığı çikolatayı paylaşan ve ne olursa olsun onu içtenlikle seven Bruno’nun merhametini arıyoruz. Hani derler ya ‘dünyayı çocuklar yönetsin’ işte bu merhametin sesidir. Çocukların delirtici saflığı ile dünyanın daha iyi bir yer olabileceğine inanırız. Bu umuda sıkı sıkıya tutunuruz. Belki de bu saflığın hayatta karşımıza her zaman iyi şeyler getirmeyeceğini bilsek dahi umudumuzu diri tutmamız gerekir. Tıpkı Bruno gibi. Shmuel ile beraber duş alacaklarını sanarak çıplak bir şekilde, çaresizce, yığın kalabalığın içinde el ele tutuşup beklemeleri gibi. Son ana kadar kötü bir şeyler olacağını hissedip o da babasının onu kurtaracağını umut etmiş midir? Peki ya babası? Yaptığı eylemlerin sonuçlarının nasıl olduğunu görüp pişman olmuş mudur?

Sizlere son sözlerimi söylemeden önce filmi izledikten sonra kendi içimde sorguladığım bir hususu da yazmak istedim. Geçmişte bu kadar acıya dayanmış, ayrımcılığı, zorbalığı her haliyle deneyimlemiş Yahudi inancına mensup olan bu insanların, günümüzde yaşanan zulümlere gözlerini kapatması ne kadar ilginç! Kudüs işgali ve beraberinde yaşanan şeyler aslında zamanında gerçekleşen Yahudilere olan zulümden pekte farklı değil. Sadece insanlar, inançlar, olayın gerçekleştiği yerler ve neden olan durumlar farklı. Zulme uğrayan çizgili pijamalı çocuklar hep aynı. Hayatta hiçbir çocuğun tel örgülerin ardına geçmek zorunda olmaması ve çizgili pijama giymemesi umuduyla.

0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: