‘’Yüreğimin keder zincirini
Parçaladı kaderim.
Yaşayamadığım her yerde
Benden bir emare istedim.
Doğdum,
Bir vurgun sırasında,
Ruhumda bir okyanusla.
Doğduğum an küstüm aşka
Ve hep terk edildim
Derimin altındaki yaralarıma benzeyen insanlardan
Birbirine benzeyen çocuk parklarında.
Aşka küstüğüm yaşta
Bir arabanın arka koltuğundaydım.
Kuş sürülerini gördüğümde ben,
Senin geleceğini bilemeden
İçime içime ağladım.
Ondan sağır, dilsiz ve kördü
Varlığına ızdırap dolu varlığım.
Sandım ki,
Hiç mi hiç korkmazdım.
Nasılsa durgundu artık sularım,
Kıyamet kopsa, tufan çıksa
Kendi kıyımdan öte vurmazdım.
Çıra gibi harlayan bir medcezirle vurdun
Kalbimin orta doğusuna.
Ben seni daha o an tanıdım;
Başka bir yaşamdan da olsa.
Seni tanıdım;
Asırlardır süregelen bir efsaneden,
Kasvetinden.
Seni tanırdım;
Kâlû belâdan,
Yaşamlarımdan
Ve tüm yaşantısızlıklarımdan.
Örmüştü Yaradan,
İlmek ilmek ruhuma
seni,
Yüreğime ördüğü uçsuz bucaksız keder gibi.
Aslında bin yıldır bekler dururum seni.
Gelirsin sen de
Her yaşamımda,
Bir rüyanın içinde dahi olsa.
Bin yıldır izler dururum seni
Seni,
Kendinden büyük öfkeni,
Hepsinden yüce merhametini.
Bin yıldır seviyorum seni.
Sonbaharın her rengi gözlerini,
Kalkandan sırtını,
Alevden tenini.
Bin yıldır gelemem sana
Ve bekler dururum,
Bana geleceğini başka bir zamanda;
Ben sana bin yıl daha gelemeyecek olsam da.’’
Zaman hep bir yerlerde kalmış
gibiydi. Adımlarım ona hep on sene uzaklıktaydı. Bunu yenebileceğimi düşündüğüm
bir döneme girmiş, o dönemin sonunda kendimi kaybetmiştim. Öğrendiğim ilk ders
şuydu:
Zaman her şeyi yenerdi ama araya
giren zaman yenilemezdi.
Her şeyi o kadar net
hatırlıyordum ki, buraya sadece nasıl hissetmiş olduğumu yazmak anılarıma
mezarlık olurdu. Ben de hislerimden çok neler yaşadığımı anlatmaya karar
verdim; belki de kendimi böyle bulacağıma inanarak. Zaman durdu ama gündüz ve
geceler geçmeye devam etti. Zaman durdu ama seneler kalbimin üzerine büyük bir
ağrıyla bindi. Zaman durdu ama durmasına rağmen onu hala kimse yenemedi.
Onu yenemedim.
Günleri saydım, bazı geceler hiç
uyuyamadım, saçlarıma iki tutam beyaz eşlik etti, onu son gördüğüm günün her
sene takvim yapraklarını biriktirdim ama onu yenemedim. Ben ne yaptıysam, ne
yapacaksam o araya giren zamanı halledemedim ve böylece her şey daha çok
birikti. Bu his beni ateşken suya dönüştürdü. Önce boğulmayı
öğrendim, sonra kendimi boğmayı. Boğuluyordum. Kendimi boğan da bendim, hatta
su da bendim. Bu şeyin, bu hissin adını, arınmak koymuştum. Arınmamı, tam
boynumun ortasında taşıyordum. Şimdi dünyaya denktim.
?
2015
Hera.
Bu ismi her duyduğumda boğazımın
tam ortasına oturan hissi tarif edemiyordum. Bana bu isimle kimse seslenmezdi.
Sadece yakınlarıma bu isimden bahsetmiştim. Onlardan da bunu kullanan
kimse olmamıştı. Ben Yankı’ydım. Bu hikayeyi fısıldamayacaktım bile. Tıpkı
boğazıma oturan o his gibi yere çökmek üzereydim ama ardımda bıraktığım adamın
bana yetişmesini istemiyordum.
Aslında her şeyden çok
istiyordum.
Ne kadar yürüdüysem gece o kadar
üzerime çöktü. Ne kadar soluklanmak için durduysam da o kadar üşüdüm. Geldiğim
yer yine aynı yerdi. Yavaşça sırtımı arkamdaki ahşaptan duvara yasladım.
Bazı şeyler başından bellidir.
Ben gitmeyi öğrenecektim, sonra da geri dönmeyi. Ta ki, gerçekten gidene kadar.
Hava iyice soğumuştu. Yürürken
çantama koyduğum ceketimi çıkarıp üzerime giyecektim ki yağmur çiselemeye
başladı. Acelem olmadan ayaklandım ve telefonumu kontrol etmek için elimi
cebime attığımda, parmaklarıma minik bir poşet geldi. Direk çıkarıp baktım ve
içinde toz halinde bulunan, tuz gibi bir şeyi görmemle bedenimi bir şok dalgası
vurması bir oldu. Bunu kim neden benim cebime koymuştu. Avucumu sıktım bunu
öylece bu yere atamazdım. Etrafıma bakmaya başladım, sahilde tek tülk insan
vardı. Herkes dağılıyordu. Önce birini arayıp aramam konusunda kararsız kaldım
daha sonra bunun kötü bir fikir olduğunu düşünüp avucumun içindekine bakmaya
başladım. Yağmur daha da şiddetlendi, yanımdan bana çok dikkatli bakan bir adam
geçti. Bakışları beni ürkütmüştü. Hızlı adımlarla duraklardan birine doğru
ilerlemeye başladım. Tam bu sırada arkamdan adamın geldiğini gördüm ve önümden
geçen taksinin durmasını sağlayıp içeri atladım. Derin bir nefes alabilmiştim
ama birkaç dakika içinde yaşadığım panik boğazıma acı suyun gelmesine ve
bedenimin sıtma tutmuş gibi titremesine neden olmuştu. Taksideki yaşlı amca
beni o halde görünce;
”İyi misin kızım? Bir şey mi
oldu?”diye endişeli gözlerle lafa girdi.
”Yağmurdan sanırım.”diye
fısıldadım ama değildi.
Evde tek olmaktan ilk kez
korkmuştum. Acaba İdil’e mi gitsem, diye düşünüyordum ama onu da telaşa sokmak
istemezdim. Evimin sokağına yaklaşırken telefonuma baktım. İdil’den eve
döndüğüne dair bir mesaj vardı. Defne ise ne arayıp ne sormuştu. Taksi
evimin birkac metre ilerisinde durdu. Cüzfanımdan parayı çıkarıp verdim ve
taksiden inip evime doğru ilerlemeye başladım. Avucumda sımsıkı tutuyordum hâlâ
onu. Ne yapacağımı bilmiyordum ve neden bunu ceketime koydular bunu da anlamış
değildim. Tam kapımın önüne geldim ve anahtarımı elim titrerken açacakken
anahtar ve elimdeki o minik poşet yere düştü sesli bir şekilde küfür ederken
birinin kocaman avucu görüş alanıma girdi. Yüzümün neredeyse tamamını kaplayan
o el ağzımı kapatmıştı ve nefes almama engel oluyordu. Olduğum yerde kurtulmak
için sağa sola kendimi savurmaya başladım. Arkamdaki her kimse bana ağır,
berbat bir ter kokusu geliyordu. Büyük bir refleksle ayağımı arkamdakinin bacak
arasına doğru savurdum. Adam beni bıraktığında boşluğuma denk geldi ve sağ kolumun
üzerine doğru düştüm. Sanki bir şey çat dedi, kolumda dayanamayacağım kadar çok
acı hissetmeye başlamıştım. İçimdeki ve kolumdaki dev sancıyla beni bu hale
getiren adama baktım. Daha önce hiç görmediğim, orta boylarda, siyah saçlı ve
uzun sakallı ve takım elbiseli bu adam, ben ona bakarken zaten acı içinde olan
kolumdan tutup beni kaldırdı.
‘’Kimsin, ne istiyorsun? Rahat
bırak beni!’’ diye çığlık atmaya başladım.
‘’O nerede?’’diye sordu, ağır bir
doğu şivesiyle.
Kolumu ondan kurtardım ve
anlamaz, öfkeli gözlerimle ona doğru baktım,
‘’Kimden bahsediyorsun sen ya?
Kimin evinin önünde, kimi alıkoymaya çalışıyorsun? Derdini polise anlatırsın.’’
Diye ağzıma geleni sıralarken bir anda duyduğum isim beni derin bir şok
dalgasıyla sarstı.
‘’Okyanus. Seninleydi, haberiniz
geldi. Bence polisi aramak istemezsin.’’dedi elimdekini işaret ederek ve devam
etti, ‘’Ona söyle, çember daralıyor bir dahakine kolunun kırılmış olması için
dua edecek hale gelirsin.’’dedi göz kırparak ve hızlıca gecenin içinde
kayboldu. Ardından öylece bakakalmıştım. Kalbime ve beraberinde bedenime panik
dalgası yayıldı ya da şiddeti arttığından ben yeni hissetmeye başlıyordum.
Zihnimin içine ardı arkası kesilmeyen sorular doluyor ve hepsi cevapsız
kalıyordu. Derin bir nefes aldım. Kolumu hareket ettiremiyordum. Birkaç
dakikalığına dipsiz bir ikilemin içinde kaldım. Evime girmeli miydim yoksa
burayı acilen terk edip bir arkadaşımın yanına mı sığınmalıydım? Koyu renkli,
çelik kapıma baktım. Kolumun ve kalbimin acısından gözlerim dolmuştu, belki de
farkında olmadan birkaç damla akıp gitmişti bile.
Ağlayabilmek büyük bir günahtı o zamanlar benim için
oysa ağlıyor olabilmenin ne büyük bir lüks olduğunu bilemezdim.
Çenemi sıkarak, gözümden akan son
yaşlara engel olmaya çalıştım ve sırtımı kendi evime dönüp kendimi sokağa attım
yeniden. Büyük bir yanlış anlaşılmanın, kaosun içine sürüklendiğimi
hissedebiliyordum şimdiden. Panikle, bedenim titrerken ve kolum feci şekilde
acımaya devam ederken nereye gittiğimi dahi bilmeden hızlı adımlarla
yürüyordum.
O sokakta yürürken zihnim yüzlerce soruyu kovalasa
da ben bir kez olsun isyan etmiyor, suçu kendimden başkasında arayamıyordum.
Hala isyanın kötü bir şey olduğuna inanırım ama biraz olsun suçu kendimde değil
de başkasında arasaydım diyorum şimdi kendi kendime. Beni dönüştüğüm bu hale
kendimden başkası getirmemişti çünkü. Ya da diyorum, tüm bu olanları
yaşamasaydım kendim olabilir miydim? Yine bir suçluluk duygusu kaplıyor içimi.
Yanımdan hızla her çeşit araba
geçiyor ve gökyüzü tüm şehre kızgınmış gibi içini döküyor, gözyaşlarını
üzerimize yağdırıyordu. Kendimi hiçbir yerde güvende hissetmiyordum, bu yüzden
ayaklarım beni hep işlek caddelere çıkarıyordu. Evimden birkaç cadde ötedeydim.
Trafik ışıklarını umursamadan o büyük cadde de karşıdan karşıya geçiyordum,
ardımdaki korna sesleri birbirine karışıyordu. Kulaklarım uğuldadığından ve
zaten hayli bir panik halinde olduğumdan onları ne umursayabiliyor ne de
duyabiliyordum. Bir anda, gözlerim de kulaklarım kadar buğuluyken bulunduğum
kaldırıma bir araba çıktı ve tam önümde ani bir frenle durdu. Bu fren sesi beni
kendime getirmiş, gözlerimi faltaşı gibi açmış ve olduğum yerde kalmama sebep
olmuştu. Arabanın içinden beni daha da şaşırtan birisi çıkmıştı kapıyı
çarparak.
O zaman kalbimin devasa bir telaşla atışını
yaşadığım korkuya bağlamıştım oysa kalbimin bu kadar telaşı onu yeniden
karşımda gördüğümdendi.
Buğulu ve şaşkın gözlerim yerini
çatık kaşlarıma bıraktı; ama o buğuyu gözlerimden kaldırmakta başarılı
olamadım. Onunda kaşları çatılmıştı, yüzünü ve tüm bedenine derin bir öfke
yayılmıştı. Yağan yağmurdan insanlar bir yandan koşuşturuyor bir yandan da bize
şaşkınlıkla bakıp söyleniyorlardı. Okyanus yanıma gelirken onun saçlarının da
zaten çoktan ıslak olduğunu fark ettim. Beni acıyan kolumdan bir anda tutunca
acıyla inledim ve bu onu bir anlığına duraksattı.
‘’Bin arabaya…’’diye söze
başladığında ondan birkaç adım uzaklaştım ve öfkeli bakışlarımı onun öfkeli
bakışlarıyla buluşturdum.
‘’Ne arabasından bahsediyorsun,
uzaklaş ve kendin bin git arabanla.’’
Bir adım atıp yüzüme doğru
eğildi, öfkesi mümkünmüş gibi daha da arttı.
‘’Öyle mi? Şu haline bak. Uzatma,
gel.’’
İçimdeki ve yüzüme yansıyan
öfkemin aksine sesim sakin çıkıyordu,
‘’Zaten güvende değilim seninle
birlikte hiç güvende olmayacağım, lütfen her kimsen rahat bırak beni ve git.
Ben başımın çaresine bakarım.’’
Önce derin bir soluk aldı ve
gözlerinden öfkesiyle birlikte hiç geçmemesi gereken bir his geçti; güven. Bana
yayılan bu yoğun güven hissi, beni öfkesinden daha da korkutup sertçe
yutkunmamı sağladı. İçimde yeşerttiğim, büyüttüğüm ama asla öldüremediğim
acının o an gözlerimden ona aktığını hissettim ve yanından yürüyüp gittim.
Yağmur bardaktan boşalırcasına yağmaya devam ederken ve şimşekler gökyüzünde
çakarken adımlarımı iyice hızlandırmıştım. Önüme geçti ve yeniden durmamı
sağladı. Saçları alnına yapışmıştı ve hem öfkesinden hem de sesini duyurmak
istediğinden bağırarak konuşuyordu benimle.
‘’Bana kalırsa bu zamana dek hiç
güvende olmamışsın. Başına ne geldi bilmiyorum, bildiğim tek şey benimle ilgili
olduğu. Evinin adresini çalıştığın o kurumdan aldım, geç kalmıştım. Seni bu
yağmurda sokak sokak aradım. Bana güvenmediğini söyleyip çekip gidemezsin çünkü
bu bir tercih değil, zorunluluk. Çaren yok… Bu andan itibaren bana güvenmek
zorundasın, Hera.’’
Hera…
Geriye dönüp arabasının yolcu
koltuğuna doğru bir adım atmıştım.
Yağmurun ve şimşeklerin altında ona attığım,
çaresizlikten doğan bu adım bana kaderimi peydahlamıştı.
O arabaya bindiğim anın beni kurtuluşa götüreceğini
umuyordum az da olsa ama hayatımın gerçeklerine götüreceğini hiç ama hiç tahmin
edemezdim. Onu gördüğüm ilk an biliyordum, artık Yankı’nın süresi dolmuştu.
Şimdi Hera’nın doğuş zamanıydı… Gökyüzü
bile o gece bunun farkındaydı. Gökyüzü bize hüngür hüngür ağlamaktaydı…
Tanımadığım bir adamın arabasında
sanki hiçbir şey olmamış gibi sakince oturuyordum. Uzun uzun ellerime
bakıyordum; zihnim dopdolu olması gerekirken bomboştu. Yanımda son sürat
arabayı süren adamın tüm öfkesi şehri sarmıştı sanki. Yağmur damlaları sertçe
arabanın pencerelerini dövüyor adeta göz gözü görmüyordu. Ona baktım aniden
başımı kaldırıp. Uzun uzun inceledim yüzünü. Beyaz tenliydi saçlarıysa bunun
aksine koyuydu. Gri gözleri öfkesinden yerinden çıkacak gibiydi. Uzun, kemikli
parmakları direksiyonu kavramıştı. Islak saçları alnının bir kısmına
yapışmıştı. İçimde bir ağırlık ve bir acı hissediyordum ona bakarken. Tüm
bunlara kolumun da acısı ekleniyordu.
Ona bakmak çıkmaz bir sokağa
bakmak gibiydi.
Kocaman, ela gözlerimi ona öylece
dikmiştim ki sanırım bunu hissetti ve bana baktı kısa bir süreliğine. İçimin
elemi gözlerimden fışkırıyordu sanki. Ona gözlerim dolu dolu bakıyordum.
Yüreğimden akıp giden o sonsuz elem nehrine mani
olamıyordum tıpkı şimdi de olamadığım gibi. İçimdeki o derin ızdırabın hala
benim için bir tarifi yoktur. Sanki ruhum bin yıldır acı çekiyor… Bundandır ki
gözlerime hala uzun uzun kimse bakamıyor.
Okyanus arabayı tenha bir alanda
kenarı çekti. O ana kadar tek kelime etmemiştik. Arabanın motor sesi durunca
yağmur sesi dışında bir şey kalmamıştı aramızda. Kolumu izliyordum gözlerim
dolu dolu; o da bakışlarını bana çevirmişti. Birimizin konuşması gerekiyordu
ama kimse tek kelime etmiyordu.
Bekliyorduk… O ilk kritik anda dahi birbirimizi
susarak anlamayı beklemiştik. O öfkesiyle deliye dönerken benim bu yersiz
sakinliğim ve kederim onu daha çok bocalatıyordu. Ben çok zamansız bir kızdım.
Ben çok küçük ama çok zamansız bir kızdım… Olmaması gereken her yerde patlayan
bir bomba misaliydim. Olması gereken, yakıp yıkması gereken her yerdeyse içimi
patlatır dururdum…
Okyanus hiç beklemediğim bir anda
avucumu avucunun içine aldı ve sıkı sıkı kapattığım elimi açtı. Ben ne olduğunu
anlayamadan elimdeki poşeti aldı ve kaşları çatık bir şekilde, delice bir
öfkeyle yutkundu.
‘’Sen…’’diye söze başladığında.
Olduğum yerde kıpırdadım ve büyük bir panikle kendimi açıklamaya çalıştım.
‘’Yemin ederim cebimde buldum….
Ne olduğunu bile bilmiyorum…’’
Ama o konuşmama izin vermedi.
‘’Kimden aldın sen bunu?’’diye
sordu sesi gittikçe yükselirken.
‘’Kimseden almadım. Cebimdeydi
diyorum. Şu halime baksana, senin adını veren bir adamdan kurtulmaya çalışırken
düştüm… Sen hala cidden bu poşettekinin derdinde misin? Nereye gidiyoruz?
Ayrıca kimsin sen ya?’’
Onun öfkesi benim kederime yenik
düşmüştü. Direksiyona vurarak bir küfür savurdu havaya. Ellerini, sertçe
saçlarının arasından geçirdi ve alnındaki saçlarını geriye doğru yatırdı. Derin
bir nefes aldı ve sonra bakışlarını tekrar yüzüme kilitledi.
‘’Biri büyük bir oyun çeviriyor.
Sen de bu oyuna bir şekilde yem olmuşsun, tabii olaylar anlattığın ve benim
tahmin ettiğim gibiyse. Önce şu elindekinden kurtulalım.’’ Dedi ve pencereyi
açıp o minik poşeti dışarı fırlattı.
‘’Sen kimsin ki sana yalan
söyleyeyim?’’ diye yükseldim bu kez ben ona.
Bana yandan bir bakış attı.
‘’Başına gelen her şeyin
nedeni.’’
Verdiği bu cevap karşısında ona
kaşlarımı çatarak baktım.
‘’Bana güvenmek zorundasın, bunu
en başında söyledim sana. Yalnızca birkaç gün buradan uzaklaşmamız gerekiyor.’’
‘’Uzaklaşmamız?’’dedim ona
anlamaz gözlerle bakarak, ‘’ Beni evime bırakırsan bana çok büyük yardım etmiş
olursun zaten. Benim bir yere gelmeye niyetim yok.’’
Arabayı tekrar çalıştırırken,
‘’Ondan mı evinde oturmak yerine
sokak sokak dolaştın? Hayatını düşünüyorsan benimlesin. Bak, senin de benim de
bu şehirden bir süre uzak durması gerekiyor. Beni tanımıyorsun, seni
tanımıyorum. Oturup da sana uzun uzun anlatmak da benlik bir şey değil. Bil ki,
büyük bir yanlış anlaşılmanın içindesin hatta tam ortasında. Bana bir
süreliğine güven, hem de çok kısa bir süre. Sonrasında ne beni görürsün ne de
duyarsın. Zaten sonrasında görsen de güvenme bana. Ama şimdi bu bir zorunluluk,
Hera.’’dedi ve yolda hızla ilerlemeye başladık.
‘’Ne yanlış anlaşılması? Bir
şeyin içine sürüklendiğimin farkındayım ben de ama bana açıklama yapmak da
senin zorunluluğun.’’
Başını sağa sola oynatarak
sıkılmış bir şekilde, bana hiç mi hiç bakmadan yanıtladı beni.
‘’Bu cebinden çıkan küçük poşetle
benim ilgim var ama kimin, neden koyduğunu ben de bilmiyorum. Tek bildiğim
seni, benimle uğraşmak isteyen herkesin önüne atmak isteyen biri. Benim de
suçsuz olduğuna inandığım birinin hayatını asla tehlikeye atmayacağımı
biliyorlar.’’
Gözlerimi sinirle kapattım.
‘’Dediğinden bir şey
anlamıyorum.’’
Bir anda direksiyonu kırdı ve
ikimizde birbirimize doğru savrulduk. Omuzum onun dirseğine çarpmıştı bu
savrulma esnasında. Hiçbir şey olmamış gibi aniden girdiği yoldan giderken
cevap verdi,
‘’Yani peşimde bir sürü bana
zarar vermek isteyen adam var, yaptığım ve yapacağım işlerden dolayı. Tek bir
sınırım bile yok. Biri çakallık yapıp, seni benimle birlikte kısa bir süre de
olsa görünce, diğerlerine yemin sen olduğuna inandırmak için oyun oynadı. Yani
bana senin sayende zarar vereceklerini düşünüyorlar. Şimdi anladın mı?’’
Avucumun içini alnıma dayadım ve
tek kelime etmedim. Ne diyebilirdim ki? Eve gitsem biliyordum ki Okyanus yine
bir şekilde gelecek ve beni götürecekti. Bir oyun var, diyordu. Suçsuz birinin
de zarar görmesini istemediğinden de beni buradan götürüyordu. Bir süre avucum
alnımda öylece kaldım.
‘’Bu böyle olmaz.’’diye sakin bir
ses tonuyla konuşmaya başladım. ‘’Böyle olmamalı. Sen beni götürürsen bu kez o
bahsettiklerin beni cidden önemseyecekler. Beni bıraksaydın hiç mi hiç dikkat
çekmeyecektin ve olay kapanacaktı. Kendi oyunlarına kendileri düşecekti.’’
Okyanus tıslayarak güldü, bense
ona kaşlarım çatık bakmaya devam ediyordum.
‘’Bu kadar kolay düşünme. Onlar
senin benim için önemli olduğunu sansınlar, bu benim işime gelir. Senin sayende
gerçekten önemli olanları asla bulamazlar. Tüm odağımın sen olduğunu sanmaları
çok daha iyi.’’
Yutkundum. Acı boğazımdan kalbime
kaydı ve oturdu.
‘’O halde bunu sen
planladın…’’dedim sesim kısılırken.
‘’Hayır, hayır.’’ Dedi kaşlarını
çatarak. ‘’Kim yaptı bilmiyorum ama işime geldi.’’
İçime oturan değersizlik hissi
parmaklarını kalbime sapladı. Gözlerim yine dolu dolu oldu. Biri sanki hayatımı
silkelemişti. Altüst olmuştum.
‘’Sen hep böyle kötü
müydün?’’diye dudaklarımdan dökülüverdi sessizce sorum. Buna cevap vermedi.
Birkaç dakika kimse konuşmadı. Beni nereye götürürse götürsün ben evime
dönecektim otobüse atlayıp. Şimdi bunu yapamazdım, biliyordum ama bu arabadan
indiğim an, bir yolunu bulacak ve evime dönecektim. Ama düşündüğüm kadar sakin
kalamadım. Hiçbir şey planladığım gibi olmadı.
‘’Dursana.’’dedim sakinliğimi
koruyarak. Gümüşten bakışlarını bana çevirdi.
‘’Dur.’’dedim tekrardan, üzerine
basa basa. Durdurdu arabayı yeniden.
‘’Buradan sonra ben bir yere
gider birkaç gün de bir yere çıkmam. Beni şehirden uzağa götürmene gerek yok.
Ben… Ben senin gibi bir adamla, bir saniye daha aynı ortamda kalmam.’’ Tek bir
tepki vermeden beni dinledi. Ona bakınca gördüğüm öfke ve bencillikten başka
bir şey değildi. Ruhsuzca güldüm ve arabadan inmeden önce son sözümü söyledim.
‘’Mecburiyet diyorsun ya, benim
kimseye bir mecburiyetim yok. Burnunu pislikten kaldırırsan kimseye yani o çok
önemli olanlarına zarar gelmez zaten. Ben kimseye ve hiçbir şeye mecbur değilim
ama sen o boğulduğun pisliğe mecbursun, nereden baksan harabesin sen.’’
Nereden baksam harabeydi, bilirdim; çünkü ben de
büyük bir yıkıntı olduğumdan tanırdım onu. O gece kapıyı çarpıp çıktığımda
bunun bir son olmadığını hissediyordum hatta hissetmekten de öte ben, bunun
bizim sonumuz olmadığını bin yıl öncesinden biliyordum. Gitmek devaydı bana.
Bunu bilmezdim işte, bu yüzden her kapıyı çarpıp çıkmak bana haz verirdi. Belki
de o zamanlar her yerden giderek, bulunduğum her yeri terk ederek kendime
varacağıma inanıyordum.
Arabadan
indiğim an sırılsıklam olmuştum bile. Biraz ötede bir otobüs durağı vardı.
Oldukça tenha bir yoldaydık. O durağa doğru yürürken aklımdan geçen tek şey
buradan bir an önce gitmem gerektiğiydi. Yolun kenarına serili çamlardan gelen
koku beni rahatlatıyordu. Otobüs durağına vardığımda Okyanus ne arabadan
inmişti ne de arabasını çalıştırıp gitmişti. O tarafa doğru bakmıyordum bile.
Kolum o kadar sancılı bir şekilde ağrıyordu ki, bu ağrı nefesimi kesiyordu.
Beyaz sokak lambaları tenha yolu aydınlatıyordu. Cebimden telefonumu çıkarıp
saate baktığımda buradan asla otobüsün geçmeyeceğini anladım. Saat neredeyse
ikiye geliyordu. Yavaşça oturup ne yapacağımı düşünmeye başladım. Ailem Antalya
da yaşıyordu işlerinden dolayı. Akrabalarımın hepsi buradaydı ama kimseyi
arayamazdım. Aklıma gelen ve beni buradan alabilecek tek kişi Nazan abladan
başkası değildi. Hemen telefonumun kilidini açtım ve Nazan ablayı aradım.
Okyanus hala gitmemiş orada öylece bekliyordu. Bu tenha yerde onun olması inkar
edemeyeceğim kadar beni rahatlatsa da varlığı beni son sözlerinden dolayı
rahatsız da ediyordu. Şiddetle yağan yağmura bir de uğultulu bir rüzgar
eklenmişti. Nazan ablayı arasam da hala açmıyordu. Okyanus’un arabayı
çalıştırdığını gördüm ve başımı eğip ona sırtımı döndüm. Araba benim olduğum
durağa doğru yaklaştı ve tam önümde durdu. Başımı yerden kaldırdığımda
cevaplanmayan aramamı da kapatmıştım. Penceresini açtı Okyanus.
‘’Gideceğin
yere götüreyim, bu saatte bulamazsın kimseyi.’’ Sadece yüzüne bakmakla
yetindim, ona cevap vermedim. Ona bakmak bile gözlerimin dolmasına yetmişti.
Hemen birkaç adım geriye gidip duraktaki o demirden sandalyeye oturdum. Başımı
küçük çocuklar gibi önüme eğdim ve içimdeki acının geçmesini bekledim. Nasıl da
değersiz hissettirmişti beni sözleri… Ya da Okyanus’un söyledikleri bugüne
kadar doldurduğum bardağımın son damlası mı olmuştu? Bilmiyordum. Uzun süredir
kendi zihnimle bir savaş halindeydim. Yaşadığım, yaşamış olduğum ve yaşayacağım
her şeyden kendimi sorumlu tutuyor ve kendi kendimi değersizleştiriyordum. O
bunları sesli söyledi diye böyle olmuştu, ondandı Okyanus’a bu kırgınlığım. Ne
komikti ama hiç tanımadığım bir adama bile kırılabiliyor olmam.
Ona
kırılıyordum ta en başından beri. Ona kırılmaktı sanki benim yazgım, ben ona
kalu beladan beri kırılır dururdum. O vakit de biliyordum bunun bir son
olmadığını ve o vakit de biliyordum ona yüz sene sonra da kırılıyor olacağımı.
Öfkesinden
eser yoktu. Bunu hissedebiliyordum. Sanki az önce konuştuğum adamla şu an
karşımdaki adam bir değildi. Kapı açıldı, birkaç adımda yanıma gelirken kapısı
da kapandı. Başımı kaldırıp ona bakmadım. Yanıma oturdu. Kollarımız birbirine
temas ediyordu. Vişneyi andıran kokusu çam kokusuyla karışıyor, burnuma
doluyordu. Bir süre yine hiç konuşmadık. Bu süre zarfında başımı hiç
kaldırmadım; öylece yağan yağmuru izleyip, kulaklarımı uğuldatan rüzgarı
dinledim. Birkaç kez derin nefes aldım. En sonunda Okyanus sessizliği dağıttı.
‘’Hera.’’
Dedi sakin bir ses tonuyla. Durağın üzerine vuran yağmur damlaları sanki
Okyanus’un o hiddetli sesini kısmıştı. Bir elimle acıyan kolumu sardım ona
yeniden cevap vermedim. Hem ne diyecektim ki? Ya da o bana ne diyecekti ki?
Başından yanlıştı her şey. Benim ona kırılmam bile.
‘’Baksana
bana…’’dedi, sesi yorgun çıkmıştı bu kez. İçimdeki kederle birlikte bir heyecan
vardı. Onunla olan bu bilinmezlik, kalbimin tüm çekmecelerini tekmeleyerek
kırıyordu. Bakışlarımı yerden kaldırıp ona çevirdim. Gecemi aydınlatan bu kez
sokak lambaları değil de bir çift gri göz olmuştu. Duru bir şekilde bakıyordu,
o tehlikeli güveni yeniden hissediyordum.
‘’Kelimelerle
aram pek iyi değildir. Aynı zamanda hiç kibar bir adam da değilimdir. Sen beni
çok yanlış…’’diye konuşmaya başladığında başını bu kez bomboş yola çeviren o
olmuştu. Onun sözünü kesen ben oldum,
‘’Başından
yanlış bu… En başından çok yanlış.’’ Dedim fısıltıyla karışan sesimle. Onu
yanlış anladığımı söyleyecekti.
Ben
de orada, o anki yaşamımda ilk kez affedecektim onu. Onu durdurmamın sebebini o
an sanki biliyordum çünkü bu onu binlerce affedişimin ilkiydi ve upuzun bir
süre de sonu gelmeyecekti. İşte bu affetmek denen kabulleniş bir hastalığa
dönüşecek, her şeyi ve herkesi altüst edecekti. Her şeyi hisseden ben, o an bir
tek bunu sezememiştim.
Gümüşten
bakışlarını tekrar benim gözlerime çevirdi. Yüzümü inceledi bir süre. Gözleri,
gözlerimde, yanaklarımda, burnumda ve dudaklarımda dolaştı. Neyi aramıştı acaba
bende? O an bir şeyi aradığı hissine kapıldım ve kendimi çıplak gibi hissettim.
Sanki gözlerimden çıkan elemi görmesi yetmemişti ona.
‘’Bana
hiç güvenme, en başından beri söylüyorum bunu, kabul. İstersen nefret et,
öfkelen, bağır çağır. Sana ve masum olan kimseye zarar vermem ve verilmesine de
müsaade etmem. Hiçbir şeyime inanma ama bunu bil. İzin vermem.’’
Çok
samimi ve ciddi bir tavırla söylemişti tüm bunları. Ne olacaktı, ne yapacaktım
hiçbir fikrim yoktu. Tek düşüncem ona gerçekten inanmış olduğumdu.
Ona
inanmaya ihtiyacım vardı ve her ne kadar kuyruğu dik tutsam da o an ona
inanmaya mecburdum. Dönülmez bir yolun ilk kavşağındaydım, farkındaydım bunun.
O andan sonra hayatım bambaşka bir yöne gidecekti. Başından beri yanlış olarak
adlandırdığım şey, beni hakikate götürecek, o dönülmez ve uğultulu yol bana bir
dünya anı bırakacak ve bunlarla yaşamayı öğretecekti.
‘’Ne
olacak peki? Tamam, asla güvenmiyorum sana. Hiç de kindar biri değilimdir
ayrıca…’’
Bu
söylediğim onu hafifçe güldürmüştü. Başını eğdi yandan sırıtırken.
‘’Benimle
gel. Fazla gözünün önünde durmam merak etme. Önce şu kolunla ilgilenelim,
sonrasına bakacağız. Şehrin kendine gelmesi gerekiyor. Bu sefer oyunu planlayan
ben olacağım.’’
Ayağı
kalktım. Hiçbir şey söylemeden onu öylece bırakıp arabaya bindim. Hem
üşüyordum, hem sırılsıklamdım hem de hem fiziksel hem de ruhsal olarak derin
bir acı içindeydim. İçimden biri, ne olacaksa olsun, diyordu adeta. Çarparak
çıktığım o arabaya kendi ayaklarımla dönmüştüm. Okyanus’un şaşkın bakışlarını o
dışarıdayken bile hissedebiliyordum. Geldi ve oturdu sürücü koltuğuna. Etraf
yine bir vişne bahçesi gibi kokmuştu. Araba sıcacıktı. Canım bu kadar yanmasa
oracıkta uyuyabilirdim, öylesine yorgun hissediyordum kendimi. Ona baktığımda o
da arabayı çalıştırmış bana bakıyordu.
‘’Nereye
gidiyoruz?’’ diye sordum merakla.
‘’Aydın’a.’’
Çok
uzaklaşmayacak oluşumuz beni rahatlatsa da sürüklendiğim bu durumun sonu beni
korkutuyordu. Okyanus gaza yüklendi, bense başımı cama doğru yasladım. Böylece
sessiz yolculuğumuz da başlamış oldu.
*
Bir
buçuk saatin sonunda bir evin önünde durmuştuk; artık Aydın’ın tam içindeydik.
Birbirimize baktık.
‘’Geldik.’’dedi,
emniyet kemerini çıkarırken. Başımı onaylarcasına sallayarak arabadan yavaşça
indim. Burada rüzgar vardı ama yağmur yoktu. Anlık sıcak yerden çıkmamın
etkisiyle tüylerim diken diken oldu. Okyanus’un yanına doğru ilerledim hızlı
adımlarla, kolumu tutmaya devam ederek. Tek katlı, bahçeli yazlık bir evdi.
Yavru ağzı rengindeydi, sokak lambalarının aydınlattığından anladığım
kadarıyla. Okyanus yoldayken birkaç kez telefonla görüşmüş, kolumun durumundan
birine bahsetmişti. Evin beyaz şeritli çitlerinden geçtikten sonra verandaya
çıkmış kahverengi, çelik kapısının önünde durmuştuk. Kapı daha çalınmadan
aceleci ve panikleyen bir tavırla, orta yaşlı bir kadın tarafından açıldı. Dikkatimi
çeken ilk şey Okyanus’un göz rengine benzeyen gözleri olmuştu karşımdaki
kadının. İncecik kaşları, kavisli ama yüzüne yakışan bir burnu, biçimli de
dudakları vardı. Saçları omuzlarından biraz aşağı dökülmekteydi ve bal
rengindeydi. Zayıf ve uzun bir kadındı, muhtemelen kırklarının daha çok
başındaydı. Bakışları Okyanus’un yüzünde uzun uzun dolaştı. Sanki ne olduğunu
yüzünden anlayacak gibi bir şeyler arıyordu onda. Hiç beklemediğim bir anda
kadınla bakışlarımız birleşti. Kaşları havaya kalktı ve anında konuştu,
‘’Geçin
hadi içeri.’’
İçeri
girdiğimizde bizi dar bir koridor karşıladı. Buz mavisi duvarlara çeşitli
tablolar asılmıştı. Dar koridorda Okyanus ve ben yan yana, kadınsa hemen
önümüzde yürüyordu. Koridor bittiğinde bizi geniş sayılabilecek, gri tonlarında
bir salon karşılamıştı. Çift kişilik koltukta oturan genç, esmer adam bir anda
panikle ayağı kalktı ve hemen yanımıza geldi.
‘’Her
şey yolunda mı kardeşim?’’ diye sordu Okyanus’a dikkatle bakarak. Okyanus bana
kısa bir bakış attıktan sonra başını sola doğru yatırarak,
‘’Hallediyorum.’’diye
yanıtladı onu. Sonra tam bir şey söyleyecekti ki hemen yanımda duran kadın
konuştu,
‘’Kızım,
neyin var? Bak, Onur doktor… Benden bir şey ister misin? Aç mısınız?’’diye arka
arkaya sorular sormaya başlayınca Okyanus yükselen ses tonuyla,
‘’Kolunun
üzerine düşmüş, teyze bir sakin ol yahu.’’ Dedi. Ben de teyzesi olduğunu
öğrendiğim kadını rahatlatma hissiyle dolup taştım.
‘’Teşekkür
ederim, kolumun acısı dışında iyiyim.’’diyebilmiştim. Kadın bana acıyan bir yüz
ifadesiyle bakakalmıştı.
‘’İkinizde
nemli duruyorsunuz yağmurda kalmışsınız besbelli. Ben hemen bir şeyler
ayarlayayım. Hasta olacaksınız.’’
Teyzesi
gider gitmez Okyanus Onur’a doğru döndü,
‘’Sana
muhtemelen kolu çatladı diye mesaj atmıştım.’’
Onur
başını sallayarak,
‘’Gereken
her şeyi getirdim, kardeşim için rahat olsun. Sen değiştir üzerini teyzeni de
sakinleştir biraz. Aradığından beri susmadı.’’
Okyanus
onaylarcasına, sıkıntılı bir ifadeyle başını salladı ve en sonunda gözlerimiz
uzun süre sonra buluştu. O güven hissi yine orada, gümüş gözlerinde asılı
duruyordu. Sanki bulunduğum durumdan çekindiğimi hatta korktuğumu anlamış gibi
sesini mümkün olduğunca alçaltarak,
‘’Hemen
geliyorum ben.’’dedi ve gözlerimden bir onay bekledi. Başımı hafifçe sallamakla
yetindim. O da koridora doğru döndü.
Hiç
tanımadığım adama güvenip, daha önce hiç ama hiç görmediğim insanlarla yalnız
kalmak bana ne tuhaf gelmişti o zaman. Sanki o öyle tehlikeli güveniyle bana
bakmasaydı, ben ardıma bile bakmadan gidecektim o yabancı evden. Bana hiç
güvenme ama inan, demişti. Bense ona o lafı ettiği andan itibaren hem inanıp
hem de güvenmeye başlamıştım. Tamamen hisleriyle hareket eden ve bununla gurur
duyan bir kız olmuştum hep. O zaman da, onu ilk gördüğüm anda da sanki onu
yüzyıllar öncesinden tanıyormuşum gibi bir güven gelmişti bana. O his
olmasaydı, hiçbiri yaşanmazdı bugüne dek olanların. O his olmasaydı ben, bugün
olduğum ben de olamazdım…
Ne
yapacağımı bilmez bir şekilde, hayatımda hiç olmadığım kadar ürkek ve çekingen
bir tavırla Onur’a baktım.
‘’Onur
ben.’’dedi, gülümsemeye çalışarak.
‘’Yankı.’’dedim,
acıdan yüzüm buruşurken bile gülümsemeye çalışarak.
‘’Aslında
film çekmemiz gerekiyor ama gecenin ortasındayız. Şimdi biraz ovalayıp saralım,
yarın öğlene kadar ağrını kesecek bir ilaç da vereceğim sana. Sonra iyice
dinlendiğinde Okyanus seni benim çalıştığım hastaneye getirir orada film çeker
ve yapmamız gerekeni yaparız.’’
Onur
sakince böyle anlatmıştı bana her şeyi. Ona minnetle başımı salladım,
‘’Teşekkür
ederim.’’
Onur
duraksadı ve gözlerime iyice baktı.
‘’Sen
her hissini bu kadar net belli eder misin ya?’’ diye sordu gülümserken ve
şaşkınlıkla.
‘’Anlamadım.’’dedim
aynı ifadeyle.
‘’Korku
içinde olduğun ve acı çektiğin o kadar belli ki… Kim görse anlar bunu, hatta
bir çocuk bile… Ama korkma, Yankı. Okyanus, serttir belki ama sana zarar
getirtmez. Ne oldu az biraz biliyorum, bir yabancıya güvenmek de kolay değildir
özellikle böylesine… Ama korkma, halleder o.’’
Onur,
babacan bir tavırla beni rahatlatmaya çalışmıştı. Biraz işe yaramıştı da fakat
tamamen yok olmamıştı içimdeki korku. Üzerimdeki kazağın kolunu dirseğime kadar
çekmeye çalıştım ama canım o kadar çok yanıyordu ki buna dayanamadım. O sırada
Onur yardımcı olmaya çalıştı ama beceremedik. Bu sırada Okyanus geldi. Üzerine
lacivert bir eşofman takımı giymişti. Duştan yeni çıkmış olduğu ıslak
saçlarından belliydi. Durumu anladı ve bana doğru bakarak,
‘’Gel
benimle.’’ Dedi. Ayağı kalkıp yanına doğru gittim ve o önde ben arkada yürümeye
başladık.
‘’Canın
bu kadar acıyorsa üzerindekini kesmemiz gerekecek. Zaten hala nemli olduğundan
tenine de yapışmış. Teyzem sana kıyafet ayarladı.’’
Ona
öylece baktım.
‘’Kendim
keserim.’’dedim, küçük bir odaya girerken. Cevap vermedi, odanın ışığını açtı.
Çift kişilik kahverengi battaniyesi olan bir yatağın üzerinde siyah bol bir
tişört ve siyah ince bir tayt bulunuyordu. Okyanus yatağın hemen yanında duran
küçük komodinden makas çıkardı ve tişörtün üzerine koydu.
‘’Salona
gelirsin. Halledemezsen de gel haber ver.’’dedi, kapıya doğru giderken.
‘’Sağ
ol, hallederim.’’ Diyip kapıyı yüzüne kapattım. Sol elime makası alıp yavaşça
ve dikkatlice kazağımı kesip çıkardım. Şükürler olsun ki zorlanmamıştım. İç
çamaşırım çok ıslak değildi. Tek kolumla tişörtü ve taytı zor da olsa giymeyi
becerebilmiş ve odadan çıkmadan önce kıyafetlerimi yatağın yanında bulunan
tekli koltuğun üzerine bırakmıştım. Zaten geriye bir tek pantolonum kalmıştı.
İçerisi
gayet sıcak olduğundan omuzlarımdan aşağı dökülen saçlarım kurumuştu. Salona
geçtiğimde Okyanus, Onur’un karşısındaki tekli koltukta başını geriye doğru
atmış bir vaziyette oturuyordu. Bakışlarımız anında birleşti odaya girmemle bir
ama ben hemen kaçırdım ondan bakışlarımı.
Onur,
bana acımın geçmesi için bir hap verdi ve kolumu da sıkı sıkı sardı. Ağrım ve
acım azaldıkça göz kapaklarıma uyku oturuyordu sanki. Onur işi bittikten sonra
gitmişti. Sabah ezanını duyduğumda kendime geldim. Okyanus,
‘’Geç
uyu odada biraz. Öğlen film için hastaneye gideriz. Ağrın daha hafif, değil
mi?’’diye sordu.
‘’Daha
hafif.’’ Dedikten sonra ayağı kalktım ve ona sırtımı döndüm. Bir an duraksadım,
‘’Sen
uyumayacak mısın?’’diye sordum omzumun üzerinden ona bakarak. Kafasını hiç
kaldırmadı bile yalnızca gümüş gözlerini gözlerime dikti,
‘’İyi
uykular sana.’’dedi yalnızca. Buruk bir hisle sırtımı tekrar ona döndüm ve bana
verilen odaya doğru ilerledim. Karanlık ve dar koridorun en sonundaki küçük
odaya vardığımda kapıyı kapatıp katamama konusunda kararsız kalmıştım. Kapıyı
aralık bırakarak yatağa, battaniyenin altına girdim. İçimi bir üşümektir
tutmuştu evin sıcak olmasına rağmen. Muhtemelen yağmurda kaldığım içindi.
Yorgun göz kapaklarıma yoğun zihnim eşlik ediyordu ama o da dayanamayıp yorgun
düştü ve kendimi çok kısa bir sürede uykunun kollarında buldum.
‘’Gençliğine
o kadar benziyor ki, ona bakmaya nasıl dayanabilirim bilmiyorum… Bu da
yetmiyormuş gibi isimleri de aynı. Nereden, nasıl… Anlayamıyorum, oğlum…’’
Uyandığımda
kulaklarıma dolan ses, Okyanus’un teyzesinin sesinden başkası değildi. Sesi
içeriden geliyordu. Yatağımda kıpırdadığımda bu kez Okyanus’un sert, tok sesi
doldurdu kulaklarımı.
‘’Teyze,
yeter. Geceden beri tek söylediğin şey bu. Yeter anlıyor musun, yeter. Kes
artık şunu söyleyip durmayı.’’
Sesinde
keskin bir öfke vardı. Yataktan kalkıp, tek kolumla yatağın örtüsünü düzelttim.
Bu sırada istemeden konuşmaya kulak misafiri olmaya da devam ediyordum.
‘’Bağırma,
duyacak şimdi. Ne yap et kurtar onu belalarından. Annenin sonuna benzemesin
kızcağızın sonu.’’
Duyduklarımla
içimi kaplayan korku, kalbimin tekmelenmeye başlamasına sebep olmuştu.
Bahsettikleri kişi bendim. Hızlı adımlarla bulunduğum odadan çıkıp onların
yanına doğru yürümeye başladım. Karşılaştığım manzara korkumu ikiye katladı.
Okyanus ve teyzesi karşılıklı duruyordu. Okyanus işaret parmağını öfkeyle
kaldırmış teyzesine doğru sallıyor adeta onu tehdit ediyordu.
‘’Bir
daha beni o adama benzetme. Bunun imasında bile bulunma.’’
Okyanus’un
kızarmış, öfke dolu gözleri teyzesinin uykusuz gözlerinden bir an bile
ayrılmamıştı ve burnundan soluyordu. Teyzesinin gözleri benimkiyle buluştuğunda
öfke dolu gözlerinden ince bir elem geçti, ya da bunun böyle olduğuna
inanıyordum.
O
anki yaşadığım korkudan mı yoksa içimde susmam gerektiğini söyleyen fısıltıdan
mı bilinmez, öylece durup onları duymamışım gibi davranmıştım. Aslında o an
susmasaydım, olay buralara kadar gelir miydi hala şüphelerim var. Olanları ince
ince düşünmeye, aksi şekilde davransaydım nasıl olacaktı acaba demeye çok
vaktim oldu. Vardığım tek sonuçsa, ben hangi yoldan gitmiş olursam olayım, yine
yeniden aynı yere varacaktım. Sanki yaşanan her şey o yere varmam içindi. Bu
büyük bir kabullenişti. Diyorum ya, ben onu kalu beladan tanıyordum;
yaşamlarımdan ve tüm yaşantısızlıklarımdan. Olmuştu olan ve bir yerlerde yine
olacaktı olan. Ben sağdan da gitsem, soldan da gitsem; geriye de dönsem olduğum
yerde de kalsam, kader ilmek ilmek işlemişti onu bana. Dursam yer yarılıp yerin
içinden çıkacaktı sanki ama ölsem de içimden çıkmayacağını, bana kendi ruhummuş
gibi kazındığını daha yeni yeni fark ediyorum. Onu sevmekle bir yola
çıkamamıştım belki ama bir yere varabilmiştim; kendime. Şimdi orada, o yüce
korkuyla, olanlardan ve olacaklardan habersiz öylece duran kıza bakıyorum da ne
kadar da cesur olduğunu düşünüyorum; o her ne kadar korkudan öleceğini düşünse
de.
Okyanus’la
gözlerimiz birleşti. Öfkesi kaybolmadı hatta bana kalırsa bu son söylenen
deliye çevirmişti onu. Koltuğun üzerinde duran, onun olduğunu düşündüğüm siyah
ceketi alıp yanıma doğru geldi ve bana doğru uzattı.
‘’Gidiyoruz.’’
Gözlerime
uzun süre bakamadan kapıya doğru ilerlemişti. Tam teyzesine doğru dönecektim ki
ardına bile bakmadan o da başka bir odaya doğru ilerledi. Okyanus’un ardından,
kafamda soru işaretleriyle ve içimdeki korkuyla arkasından kapıdan çıktım. Ne
olduğunu ve nelerden bahsedildiğini tam olarak bilmiyordum bildiğim ve
hissettiğim tek şey Okyanus’un hiç de iyi olmadığıydı. İçimde koşulsuz şartsız
ona yardım etme dürtüsüyle doldum taştım ve buna engel olamadım. Utana sıkıla
bana arkası dönük olan adama doğru ilerledim. Arabanın önünde duruyordu. Elimi
koluna doğru uzatıp uzatmamakta kararsız kalmıştım ama en sonunda ona hafifçe
dokunabilmiştim. Ona dokunmamla arkasını döndü, gözündeki öfke gitmemişti ama
bir yerlerde bir hayret seziyordum. Elim omzunda kaldı, bakışlarım da gümüş
gözlerinde.
Farkındaydım
ya da değildim, bilmiyorum ama o an ona içimin nehirlerinden akan merhametle
bakmıştım. Çok korkmama, hiçbir şey bilmeme rağmen, ona öyle bir bakmıştım ki,
bu koşulsuz merhametim şimdi düşününce bile ağır gelir, ezilirim.
Bakışları
bana kaçıp gitme isteğiyle dolup taşıyor gibi gelmişti. Bu hamlem onu da
şaşırtmıştı. Elimi ondan çektim ve arabaya yaslandım. O da benim gibi yaslandı.
İkimizde ne hareket ediyor ne de konuşuyorduk. Sessizliğe ihtiyacı vardı,
anlıyordum. İçeride olanlar onu hareket dahi ettiremiyordu. Gözlerimi ona
çevirdim. Öylece uzağa dalmış, kaşları çatık bir şekilde duruyordu. Öfkesi
kırgınlığa dönüşüyordu sanki. Bunu görmek benimde içime oturuyordu. Yanımda
olan kim olursa olsun, dayanamıyordum. Vişneyi anımsatan kokusu burnuma doldu.
Belki en saçma şeyi anlatmaya başladım ona, iyi hissetmesini umarak.
‘’Biliyor
musun? Sabah uyanır uyanmaz avucunun içini koklarsan kendi öz kokunu
alabilirmişsin.’’
Dalgın
gözlerine perdesini çekip bana doğru baktı. Yüzümü inceledi bir süre. Hiç konuşmayacak
hatta buna cevap vermeyecek sandım. Gözlerine beklentiyle bakıyordum oysa. Bir
şey demesini, biraz da olsa iyi hissetmesini ve bana bunu belli etmesini
bekliyordum. Bedenini tamamen bana çevirdi ve yaslandığı yerden doğruldu. O
böyle yapınca zaten aramızda fazla olan boy farkı daha da açıldı.
Kaşlarını
kaldırdı,
‘’Denerim
belki.’’
Ona
hayret eden bendim bu kez. Hafifçe gülümsedim. Kaşlarını yeniden çatarak
konuştu,
‘’Koluna
baktıralım.’’dedi ve sürücü koltuğuna doğru ilerledi. Hızlı adımlar gidi
yanındaki koltuğa oturdum. O arabayı çalıştırırken dayanamadım,
‘’Vişne
gibi.’’dedim parmaklarıma bakarken. Yüzüme baktığını anlayabiliyordum başımı
kaldırıp ona bakıp devam ettim lafıma. ‘’Vişne gibi kokuyorsun ama sen dene
yine de.’’
Eli
anahtarın üstünde kalmıştı. Başını yavaşça, onaylarcasına salladı ve arabayı
çalıştırdı.
İşte
hayatımın kokusu buydu. En net hatırladığım şey bu kokuydu o zamanlardan. Bir
bu vişne kokusu bir de hala ne olduğunu bilmediğim ama nerede olsa tanıdığım o
bambaşka koku. İtiraf etmeliyim ki, bazen yüzü silik silik oluyor zihnimde; her
böyle oluşunda, her seferinde ödüm kopuyor unutacağım diye ama o koku… O vişne
kokusu asla silinmiyor. Vişne benim için onu ifade ediyordu o an ve o andan
itibaren ama seneler sonra anladım ki vişne ondan bana dönüşmüştü. Artık vişne
olan o değildi; bendim. Oysa bir şarkıda benim sözlerinin bazılarını
değiştirdiğim bir şarkıda dediği gibiydi artık;
‘’Hala
her yanımdasın, tıpkı artık giyemediğim vişne lekeli elbisem gibi.’’
Ben
o elbiseye bir gençlik, birkaç hayal kırıklığı ve onlarca sağlam şiir sığdırmış
ve o elbiseye aşık olmuştum. Atamıyordum, yıkayamıyordum, geçiremiyordum hala
her bir yanımdaydı ama en güzel arınışımdı.
Vişnenin
sonum olduğunu, bir sonu temsil ettiğini düşünür dururdum tüm bu olaylar ilk
yaşandığında. Yanılmıştım. Vişne lekeli geçmişim, beni elimden tutup hayal dahi
edemeyeceğim bir geleceğe götürmüştü. Ne garip ve ne acıydı oysa insanın
ebediyen taşıyacağı yürek yarasının onu elinden tutup büyük başarılara
götürmesi. Yaramla gurur duymayı işte tam da bu zaman öğrendim. Sonum olduğunu
düşündüğüm vişne, beni hayallerimin üzerindeki bir başlangıca götürmüştü. Şimdi
oradayım. Şimdi orada olduğum için sizlere bunları anlatabiliyorum.
Ama
hala kurtulmak istemiyorum.
Özel
bir hastaneye gidip kolumun ne durumda olduğuna baktırmıştık Okyanus’la
birlikte. Çatlak olduğu ortaya çıkınca alçıya alınmıştı kolum. Fiziksel olarak
acım geçmişti, hafif bir sızı vardı yalnızca. Eve dönüş yoluna kadar
gerekmediği sürece tek kelime etmemiştik. Zaten ne konuşabilirdik ki? O sürekli
çalan telefonuna cevap vermek için benden uzaklaşıyor ama ne kadar uzağa
giderse gitsin gözlerini benden asla ayırmıyordu. Arabaya binmeden önce yaptığı konuşma onun
öfkesini katlamıştı. Şimdi arabadaydık. Okyanus hala öfkeli görünüyordu ama
aynı zamanda da çok çok düşünceliydi. İçinde bulunduğum belirsizlik beni
rahatsız ediyordu. Her ne kadar bu ana kadar sussam da ortamdaki kasvetten
dayanamayıp konuşmaya başlamıştım.
‘’İzmir’e
dönecek miyiz?’’
Okyanus
çatık kaşlarıyla bana doğru baktı ve tam o sırada telefonu çalmaya başladı.
Karşı tarafın sesini duyamıyordum. Neredeyse bir dakikaya yakın Okyanus tek
kelime etmeden karşı tarafı dinledi. Saniyeler geçtikçe burnundan solumaya
devam ediyordu. Biraz nefes alsa iyi gelir diye düşünerek radyonun altındaki
tuşlara bastım ve camların ikisi de aşağı doğru kayarak açıldı. Bu sırada
trafiğe de yakalanmıştık. Olduğumuz yerde öylece arabaların hareket etmesini
bekliyorduk. Arkadan korna sesleri geldiğinde Okyanus, teflondakine yüksek
sesiyle büyük bir küfür savurmuştu ve hemen ardından,
‘’Ne
demek bu?’’diye bağırdı. Sanki bağırışı tüm trafiğin sesini kesmişti. Olduğum
yerde irkilmiştim.
‘’Yapacağınız
işin…’’ dedikten sonra cümlesini tamamlamadan telefonu kapattı ve arabanın
önüne doğru sertçe fırlattı. Arabanın camı tam ortadan çatlamıştı. Ağzım
istemsizce açık kalırken korkum her şeyi bastırdı. Okyanus, başını direksiyona
yasladı. Ne yapacağımı ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Sağlam olan elimle omzuna
dokunmaya çalışıp iyi olup olmadığını soracaktım. Niyetim buydu ama başını
kaldırıp elime öyle bir bakış attı ki, donakalmıştım.
‘’Sakın.’’dedi,
sert sesiyle. İçimde yukarı doğru çıkmakta olan bir salıncak aşağıya doğru
aniden çakıldı sanki. Midem tavrıyla altüst olmuştu.
‘’İzmir
diyorsun hala değil mi? Yoksa aklından şöyle mi geçiyor? Birkaç gün burada
kalırım İzmir’e döndüğümde eski düzenime devam ederim.’’ Bu söylediklerinin ardından sinirle ve alayla
güldü. Kaşlarım çatıldı, havada kalan elimi kendime doğru çekip kapıyı açtım ve
kendimi dışarı attım. Onlarca arabanın ortasında kalmıştım, başım dönüyordu
sanki. Söyledikleri aslında düşünmek ve inanmak istediğim şeylerdi. Gözlerim
yeniden buğulandı. Nereye, hangi yöne dahi gideceğimi bilemedim kısa bir süre
ve arabaların aynalarına çarpa çarpa toprak bir yola çıktım. Ardıma bakmıyor,
hızlı adımlarla nereye olduğunu bilmeden yürüyordum.
Bu
yürüyüş, bu şekilde yaptığım son yürüyüşüm olmayacaktı. Sokak sokak dağılacak,
her bir kaldırım taşında bir hayat arayacak, hiçbirinde bulamayacak ve günah
olduğunu kendime kabul ettirdiğim gözyaşlarımla yeniden tanışıp o kaldırımlarda
günlerce, gecelerce bir bilinmezi bekleyecektim.
Okyanus’un
sesi uğuldamakta olan kulaklarımı doldurdu. Sanki kırmak için özellikle
geliyordu.
‘’Gidelim
İzmir’e hadi. Deneyelim bakalım şu muhteşem fikrini. Dönebiliyor musun o
hayatına?’’
Sesi
yaklaştıkça ben, adımlarımı daha da hızlandırıyordum.
‘’Git.’’diye
bağırdım. Dudaklarımdan dökülen tek kelime bu olmuştu. Ona diyecek başka hiçbir
şey bulamamıştım. Kolumdan tutup beni kendine doğru çevirdiğinde, bulanık
görüşüm dağıldı. Bu kez yukarı doğru bakıp gözyaşlarımı gerisin geriye
yolladım.
‘’Gideyim.’’dedi,
kolumu tutmayı bırakmayarak. Alçılı kolumdan tutuyordu. Sağlam olan elimi, onun
buz gibi elinin üzerine kapatarak kolumdaki parmaklarından kurtulmaya çalıştım;
ama o beni bırakmıyordu öylece beni izliyor bense olduğum yerde debeleniyordum
ondan kurtulmak için. Bir süre böyle kaldık. Ne ben ondan kurtulabildim ne de o
beni bıraktı.
‘’Hera.’’dedi,
sesi artık yüksek değildi. Ona bakmadım ama elimi, soğuk parmaklarının
üzerinden çektim.
‘’Hera,
baksana.’’dedi, bu kez öfkeli olan bendim. Gümüş rengi gözleriyle ela gözlerimi
ortada birleştirdim.
‘’Ben
giderim… Ben gidersem sen de gelirsin.’’
Çenemin
ucunu dikleştirdim ve zaten bana eğilmiş olan yüzüne yüzümü yaklaştırdım.
Gözlerinin en içine baktım ve ona cevap verdim.
‘’Ben
giderim… Ben gidersem de dönmem. Ben gidersem eğer benim gittiğim yere sen asla
gelemezsin.’’
Tek
kaşını kaldırdı ve duymaktan korktuğum o cümleyi gözlerimin içine baka baka
söyledi.
‘’Bundan
sonra hiçbir şey seni eski hayatına döndürmeyecek ve bundan sonra hiçbir şey
eskisi gibi olmayacak, Hera.’’