Çok eskiden bir söz duymuştum, ‘hayat da bir tren gibi, göz açıp kapayıncaya kadar gidiyor’ diye. Ahmet öğretmenin hayatı da tıpkı bu tren gibi başlamıştı. Göz açıp kapayıncaya kadar büyümüş, olmayı istediği en son meslek olan öğretmenliği kazanmıştı. Çocuklardan nefret ederdi. Elinde mesleği olsun diye ailesi yazdırmıştı bu bölümü, hiç istemedi. Her gün istemeden okula gitti, söylene söylene bitirdi üniversiteyi. Hayatta onun kararlarını hep başkaları vermişti, kendi hayatını başkası kontrol ediyor gibiydi hep. Bir kere bile olsun ağzını açıp tek bir kelime söyleyemedi o başkasına, en büyük ayıbı da buydu ona göre. Tek kardeşti. Kardeşi olan insanlara özenirdi hep, belki de bu yüzden küçük çocuklardan nefret ediyordu, ona sahip olmadığı için. Asosyal büyümüş, ailesi ne derse desin hepsini yerine getirmek için çabalamıştı. Her ne kadar istemese de o gün gelmişti. Tercihinin sonuçlarını öğrenecekti. Her zaman olduğu gibi tercihlerde de ailesini kırmamak için onların istediği yerleri yazmıştı Ahmet. Onun hayatı başkasını kırmamak adınaydı. Kimse incinmesin, darılmasın, gücenmesin diye kendi hayatını unutmuştu. Hiç bilmediği bir yerde öğretmenlik yapacak, bir de oraya alışmaya çalışacaktı. Bir trene bindi, yeni hayatının başlayacağı yere doğru yola koyuldu. Hiçbir şey onun dikkatini çekmemişti yolda, bir şey hariç. Karşısında neredeyse onunla yaşıt, sarı kıvırcık saçlı bir kadın ve küçük bir çocuk oturuyordu. Kadın tedirgin davranıyor, sürekli ayaklarını sallıyordu. Adeta ışık saçıyordu. Yol güzelleşmişti onun için, tanışmayı çok istiyordu ama ne diyecekti? hayatı boyunca ailesi tarafından kontrol edilen biri nasıl başkası ile sohbete girebilirdi? utangaçtı. Utangaç olduğu kadar da sessiz. İkisi de onca yol konuşmak için bir yol aradı, olmadı. Trenden inerken ikisinde de aynı hüzün vardı. Ahmet için zor anlar başlamak üzereydi. Nefret ettiği bir işi yapacaktı, ne kadar mutlu olabilirdi ki? bir pansiyon bulup oraya yerleşti. Şehri gezmek istiyordu ama elinden sadece uyumak geldi. Ertesi gün ilk defa derse girecekti… mesleğe başladığı zamanlar ailesinden nefret ediyordu. Her gün onu yiyip bitiren ‘neredeyim, neden seçtim’ gibi sorular artık her dakika aklındaydı. Pişmandı. İlk gün sınıfa girdiğinde bir sürü küçük çocuk gözünü dikmiş merak ve heyecan içinde ona bakıyordu. Ahmet, çocuklardan daha heyecanlıydı. Biliyordu, ne kadar zaman geçerse geçsin sevmeyecekti ne bu mesleği ne de çocukları. Karamsardı, hep en kötüyü düşünür kendini üzerdi. Sınıfta diğer çocuklara nazaran daha sessiz bir çocuk vardı, gözünü ona dikti. Çocuk ona tanıdık geldi ama hatırlayamadı kim olduğunu. Diğer çocuklar merakla öğretmeni tanımaya çalışırken o hiç oralı olmuyordu. Ahmet öğretmenin zoruna gitti. O, dünyanın kendi etrafında dönmesine alışıktı. Ne yaparsa yapsın çocuğun dikkatini ne derse ne de kendine çekebiliyordu. Sınıf listesinde gözüne bir şey çarptı. Listede onunla aynı isim ve soy ismi taşıyan biri vardı, sınıfa göz attı. Acaba hangisiydi? öğrenmek için yoklama aldı. O sessiz çocuk onunla aynı isim soy ismi taşıyordu. Şaşırdı çünkü ilk defa denk geliyordu, dersine devam etti. Bir hafta geçmiş öğrencileri tanımaya başlamıştı. Zaten şunun şurasında 16 öğrencisi vardı. Yaşadığı yere hiç alışamadı, belki de alışmak istemedi. Sadece okula gelip gidiyor günün geri kalanında ya yatıyor ya da dışarıyı izliyordu. Velilerden şikâyet gelmesi de çok sürmedi. İstemeyerek ders verdiği velilerin de dikkatini çekmiş olmalı ki uyarılmıştı. Bir gün veliler geldi. O gün trende karşısında oturan o kız da gelmişti. Şaşırdı. Bir tek Ahmet değil karşısındaki kız da şaşırmıştı çünkü öğretmen, çocuğu ile aynı ismi ve soy ismi taşıyordu. Birbirlerini tanıdılar ama konuşamadılar. O gün Ahmet öğretmene müdür, böyle devam ederse kovulabilme riskinin olduğunu söyledi. Ahmet o saatten sonra kovulmayı hiç istemiyordu. Kovulursa ailesinin evine dönecek, mesleğinden kovulduğu için ailesinin dırdırını çekecek, bu da yetmezmiş gibi o kızdan ayrı kalacaktı ki bunu ikisi de istemezdi. Ahmet yavaş yavaş mesleğini sevmeye başlamıştı, zaten başka şansı da yoktu. Füsun da onu çok seviyordu ve bundan emindi. Eskisi kadar mutsuz uyanmıyordu. Çocuklardan da eskisi kadar nefret etmiyordu. O kızın kim olduğunu da öğrenmişti. Füsun’du o. arayıp bulamadığı koku, melodisini beğendiği şarkı, sonunu okumadan bitip giden kitap… sevmek onun daha iyi bir insan olmasını sağlıyordu. Düşündü, sevmek böyleyse sevilmek nasıldı? Ahmet sevilmekten korkuyordu. Füsun ise evliydi ve bir çocuğu vardı. Yıllar önce babası onu istemediği biri ile evlendirmişti. Hep kaçıp gitmek istemişti ama aynı trene binip geri dönerdi. Füsun, Ahmet ile konuşmayı çok istiyor ama hiçbir zaman yapamıyordu, korkuyordu. Bu sessizlik öldürecekti onları, haberleri yoktu. Günler ellerinden kayıp gidiyor ikisi de tek bir cümle kuramıyordu. Neredeyse yarı yıl tatili olacaktı. Ahmet çocuklarla artık çok iyi anlaşıyor, her sabah her akşam onu görmesini sağlayan mesleği daha çok seviyordu. Hiçbir şeyden ailesine bahsetmemeye başlamıştı. Ailesinin ne diyeceğini biliyor, sadece hâl hatır sormak için arıyordu. Füsun bir gün oğlunun notları bahanesiyle okula gelip Ahmet ile konuştu. İkisinin de kalbi heyecandan çıkmak üzereydi. İyi anlaşıyorlardı, ikiye ayrılmış bir insan gibiydiler. Birinin cümlesini diğeri tamamlıyordu, ikisi de evine dönmüş gibiydi. Füsun her gün saçlarını örerek oğlunu okuldan almaya geliyordu, Ahmet ile her gün konuşuyordu. Ahmet’in bu değişimini diğer veliler de fark etmişti. Dersler çok eğlenceli geçiyordu. Her güzel şeyin bir sonu vardı, unutmuşlardı. Bir gün Ahmet Füsun’un evli olduğunu öğrendi, tabii ona evlilik denirse. Füsun ile bu konuyu hiç konuşmamışlardı, daha doğrusu konuşamamışlardı. Tatil zamanı gelmişti. Her ne kadar istemese de Ahmet yaşadığı yere dönecekti. Gün gelmişti, treni bekliyordu. Füsun da yanında onu uğurlamak için bekliyordu. Füsun Ahmet’e döndü, ‘bütün güzel hikayeler trenle başlarmış, bir yerde duymuştum’ dedi. Bu cümle Ahmet’in kalbine çizilmişti sanki, öyle bir hüzün. Ahmet trene binip gitti. Bir tren bu kadar üzebilirdi Füsun’u. Ahmet bütün yol boyunca kendisiyle baş başaydı. O trene bindiği ilk günü düşündü. Çocuklardan nefret ediyor, öğretmen olmak istemiyordu. Şimdi okul kapandığı için üzülüyordu. Her gün mektuplaşıyordu. Füsun korkuyordu çünkü zorla evlendiği adam şüphelenmeye başlamıştı. Ahmet ise her şeyi günlüğüne yazıyordu. Aradan iki hafta geçti, Ahmet için bir asır gibi geçen iki hafta sonrası Ahmet trene bindi, gidiyordu. Çok da az kalmıştı varmasına. Füsun’a kavuşabilecekti artık. O ân’ a kadar. Ahmet’in yine Füsun’u düşlediği bir anda tren vagondan çıktı. Büyük bir patlama ile yanmaya başladı. O patlama köyden bile duyulmuş olacak ki bütün köy oraya koştu. Ahmet öğretmen Füsun’a kavuşamamış, orda can vermişti. Füsun perişan olmuştu. Bir kere sevmişti, onu da kaybetmek ağır gelmişti. Koştu, sadece koştu. Nereye koştuğunu bilmiyordu ama acısının hafifleyeceğini düşünüyordu, olmadı. Bir defter buldu, günlüğüydü bu Ahmet’in. Onu özlediği her an bir sayfa okuyacaktı, kendine böyle söz vermişti. Defteri bir günde okudu… iki cümle gözüne çarpmıştı. ‘bugün Füsun ile tanıştık, adı Füsun’muş. Eve dönmüş gibi hissetmemi sağladı.’ Füsun her okuduğunda perişan oluyordu. Yıllar geçti üstünden. Füsun her gün bir bahane ile evden çıkıp Ahmet’in mezarına gidiyor, notlar resimler bırakıyordu. Ahmet’in ailesi bir gün mezarlığa, oğullarının yanına gelmişti. Bir not çarpmıştı gözlerine. Not Füsun’dandı. Notta;
‘bugün mezarına geldim Ahmet. Çok sevdiğin çiçekler yokmuş, bulamadım. Bir demet gül ile yetindim. Bugüne kadar hep sevilmekten korktun. Mezarının başında ağlayamadım. Bazı şeyler hissedilmez derler ya öyleymiş. Oysa ne çok sevmiştin bu dünyayı. Ayrılmak da doğmak kadar zor olsa gerek. Eve gidince de seni düşündüm, ağladım hatta. Mezarının başında utandım, ama sen bunları bilme.’ yazıyordu.
Füsun’u hep aynı saatte hep aynı hüzün basıyordu, kavuşamamış insanlarda hep aynı hüzün vardı.