Yağan karın örtmeye yetemeyeceği kadar kalabalıktı ayak izleri. Önceleri herkesi sevindiren, yeryüzüne düştüğü andan itibaren herkese bembeyaz hayaller kurduran kar; şimdi herkese zulmediyor. Ayaklar altında çamura dönen, tüm çatıları -ardından- sıra gözetmeksizin tüm sokakları beyaza boyayan kar, insanlığa tertemiz bir sayfa hediye eden kar…çamura dönüşen bu kar olamazdı. Kararsızlığın buz kestiren fenalığı, soğuk havada avuçların içine biriken ılık su gibi olamadı hiçbir zaman.
Pencere kenarındayım, çatıları göremeyen dairemde sokakla yek parça ruhum da karla kaplanmakta. Endişeliyim, ardından çamura dönmesi an meselesi. Çamur ve is ve kalbim…manzaranın kırılganlığına daha fazla bakamıyorum. Yapılacak tek şey var -her zaman vardır- perdeyi çekip kanepede tek başına kalmak.
İsyan sancısı çekiyorum. Kurduğum cümleler ve benliğim, vücudumu yaşanacak ısının altına çekiyor. Çam vitrinler, demir parmaklıklar, hangi maddeden yapıldığı önemli olmayan nesneler başımın etrafında dönüyor, mevsim dünyanın hiç bir yerinde değil; tam bu odanın içinde.
Ellerim masanın üzerinde sabit, dirseklerimden zor güç alıyorum, kollarım titrek. Ellerim boşluğa el sallıyor şimdi. Derken avuçlarımın içinde buluyorum başımı. Taşıyamıyorum. Çatı pervazları da buz sarkıtlarını. Sonunda sivrilip bir mızrak gibi kendini güneşe bırakan, çatıların kenarından sallanıp sokağa el sallayan, yaşama bu şekilde kafa tutmayı hatırlatan buz sarkıtları gibi başım. Sivriliyor kendi kendine bileniyor, daha fazla dayanamayıp masanın üzerine düşüveriyor avuçlarımdan. Yaşama bir anlam biçilecek, masadan öyle kalkacak bu baş. Yazı masası yahut idam sehpası, kalem kılıçtan keskindir!