Bir sokakta kaybolduğum o akşamüstünün beni, kendimi kaybedeceğim güne götürdüğünün farkında değildim. İşin kötü yanı, seneler geçmesine, üzerine binbir acı binmesine, hayatımı sonsuza dek değiştirmesine rağmen ben yine de, yeniden kaybolmak isterdim. Şimdi seneler sonrasından yazıyorum bunu, ölüme en çok yaklaştığımı hissettiğim bir deprem gecesinden, tüm korkularımla ve tüm cesaretimle… Sırf unutmayayım diye, ben şimdi tekrar o kuyuya iniyorum. Kendimi nasıl kaybettiğimi, nasıl aradığımı ve sonsuza dek nasıl yarım kaldığımı herkese anlatayım diye.
?
Eylül, 2012.
Derinden gelen bir çıtırtı sesi… Belki bir ateşin yanışı, belki birinin suya düşüşü belki de kurumuş dalların birbirine sarılmaya çalışırken birbirlerini kırışının sesi. Gözlerim kapalı, sanki sonsuza dek böyle kalacakmış gibi. Göz kapaklarımın üzerine kaderim oturmuş kadar ağır. İçimde bir yerlere geç kalmışlık hissi. İşte başlıyoruz…
Düşüyorum…
Yüzüstü düştüğüm anda kaderim göz kapaklarımdan kalkmıştı. Bir ormanın ortasında, puslu bir havada, yanılmıyorsam bir sonbahar gününde nereden düştüğümü bilmediğim bir ormanın ortasında ayaklanmaya çalışıyordum. İçimde büyük bir korku, üzerimde uçuşan mavi bir elbise vardı. Ayaklarım çıplaktı. Ayaklandığım an ilk göz göze geldiğim şey ellerim olmuştu.
Bu eller bana ait değildi ama ben tanıyordum. Dönüşeceğim elleri bu gece hafızama kazıyordum.
Ani, bugüne kadar hiç duymadığım bir ses duyunca kulaklarıma bastırarak koşmaya başladım. Koştum, koştum… Ayaklarıma kurumuş dallar sarılıyordu.
“Ben sizleri yeşertemem.”
Dudaklarım kımıldamamıştı ama konuşan ses bana aitti. Dönüşeceğim sesimi bu gece boğazıma ilmek ilmek işliyordum.
Uzunca bir koşuşun ardından, nefes nefes kalmışken, ardımda kimse yokken ama korkunç bir ses varken, her nasılsa kendimi bir uçurumun kenarında uzanırken buldum. Boynumda havadan da soğuk demire sahip olan bir kolyenin zinciriyle oynayıp duruyordum. Sesler yaklaştığında hiç tereddüt etmeden kendimi aşağıdaki suya bıraktım. Sırtımın üzerine suya düşerken suya çarpmanın etkisi, sırtımda bir yangın oluşturmuştu. Elbisem ve kömür karası saçlarım etrafımda uçuşuyordu. Gözlerimi tuzlu suyun içinde açtım, ben orada göz yaşlarımla tanıştım.
“Sana nefes almayı bile unutturdular.” diye aynı sesin fısıldadığını duydum. Etrafımda minik balıklar dolaşmaya başladı ve ayaklarıma yosunlar sarılarak beni karanlık, kurak bir kuyuya çekti. Ayaklarımdaki yosunlar kayboldu, ben sırılsıklamdım ama üzerinde bulunduğum zemin kurumuş bir çölü andırıyordu.
“Ev.” diye fısıldadım sesim çatallı çıkmıştı. Nefes nefese kalmıştım boğulduğumu düşünüp, oysa bu kadar güzel bir havayı hiç solumamıştım. Ayağı kalktım, bomboş alanda ilerlemeye başladım. Ölü ağaçların olduğu bir alana, çamurlara bata çıka, bazı yangınlarda ellerimi yaka yaka geldim. En son çalılar sıklaştı, kulağimdan gitmeyen o korkunç ses kesildi, çalılıkların beyaz tenimi çizerek kanatmasına izin verdim ve araladım. Bir deniz kenarında, arkası dönük biri beni bekliyordu. Boynumda kolye yoktu, bana yüzyıl kadar yavaş gelen bir yürümeyle o kıza doğru yürüdüm. Ayni elbise onda pırıl pırıl gözüküyordu. Tam omzuna dokundum ki, yer yarılıp beni hiç bulunmadığım bir kuyuya çekti.
*
Uyanıp pencereyi açtım. Güneş daha yeni doğuyordu. Nefes nefese kalmıştım, gördüğüm rüyanın etkisinden dolayı. Bugün yapılacak çok önemli ve heyecanlı bir işim vardı. Nefesimi düzene soktuktan sonra odamdan çıkıp banyoya ilerledim. Elimi yüzümü yıkayıp kuruladıktan sonra tekrar kendi odama geçtim günler öncesinden hazırlamış olduğum kıyafetlerimi üzerime geçirip aynanın karşısına geçtim. Siyah, omuzlarıma gelen saçlarımı birkaç toka yardımıyla düzgünce bir topuz yaptım. Üzerimde bordo renginde, kısa kollu bir tişört vardı, altımdaysa siyah, kumaş bir pantolon. Henüz on beş yaşımda olduğumdan makyaj nedir bilmiyordum. Uzun zamandır, en yakın kız arkadaşımla hayalini kurduğumuz bir konumda olacaktık bugün. Bir yardım kuruluşunda gönüllü olarak haftanın dört günü görev alacak, evsizlere yemek dağıtacaktık. Hatta zaman zaman sokakları gezip küçük çocuklara destek olacaktık. Bu işi yapmayı hep istemiştik ama başvurduğumuz çoğu yer bizi yaşımızdan dolayı reddetmişti. Sonra benim okuduğum liseden bir kız ve annesi devreye girince kendimizi buraya hazırlanırken bulmuştuk. Telefonum masanın üzerinde titremeye başlayınca arayan kişinin en yakın arkadaşlarımdan biri olan İdil olduğunu gördüm, kaydırarak telefonu açtım.
“Yankı… Ben çok fazla heyecanlıyım dayanamayacağım sanırım. Geliyorum hemen size.”
İstemsizce gülümsedim ve,
“Koş, İdil. Durduğun kabahat. Bizi babam bırakacak zaten ben hızlıca kahvaltımı eder çıkarız.”
“Geliyorum.”
Hemen kırmızı sırt çantamı sırtıma asıp içine cüzdanımı, defterimi ve asla yanımdan ayırmadığım şiir kitabımı koydum. Hemen kahvaltıya geçip İdil gelene kadar hızlıca yemeye başladım. İdil alt sokağımda oturuyordu…
Annem her ne kadar yaptığımız işle gurur duysa da sebepsizce oraya gitmemizi istemiyordu. Hatta bunun için tartıştığımız bile olmuştu fakat babam araya girince ortalık sakinleşmişti.
Arabadan indiğimizde babam önden ilerleyerek yürümeye başladı. İdil ve ben yavaş, ürkek adımlarla sessizce ilerliyorduk. Heyecanımız korkuya dönüşmüştü. Biz büyük şehrin, sakin ve küçük bir kasabasında yaşıyorduk ama şu an bulunduğumuz yer hiç bilmediğimkz bir kalabalıkta ve kaos ortamındaydı. Olduğum yerde durdum ve bulunduğum alandan arkama bile bakmadan gitmek istedim. Aynı anda İdil de benimle durdu. Önce birbirimize sonra babamın çoktan demir kapısından girdiği, çok kalabalık olan o bahçeye baktık. O kadar fazla insan vardı ki, o an yaomak istediğim tek şey İdil’in elinden tutup burayı terk etmekti. Bunu daha fazla içimde saklayamadım,
“Burası çok kalabalık, İdil.”
Benim çok atılgan olmamın aksine İdil çok çekingen ve sessiz bir kızdı. Kaçmak istediğimi anlamış gibi,
“Ne yapacağız?” diye sordu.
“Gidelim buradan. Bize göre değil, baksana…”
Cümlemi tamamlamadan arkamızı dönmüş arabaya doğru ilerlemeye başlamıştık ki, o kalabalığın içinden babamın sesini duydum. İdil ile aynı anda arkamızı döndük, babam yanımıza geldi.
“Kaybolacağınızdan mı korktunuz?” dedi gülerek. Ben ve İdil her ne kadar üprersek de sesimizi çıkarmamıştık.
“Yürüyün bakalım. Hem bakın size ne anlatacağım…”
Bahçenin devasa demir kapısından girerken olabildiğince İdil’e sokulmuyordum ama kalabalık ve insanların gürültüsü o kadar dikkatimi çekiyordu ki, babamdan duyduğum son cümle şu olmuştu.
“Ben arkadaşımla, aynı yerde askerlik yapacaktım ama onu bir ilk gün gördüm bir de son gün, birbirimizi kaybettik o koca yerde.”
Etrafımı bir sürü insan kapladı. Herkes aynı şekilde bordo tişört ve siyah pantolonluydu. Bu kurumda görev almak isteyenlerin ilk toplantısıydı ve hepimiz farklı ilçelere dağılacaktık bu yüzden kıyafetlerimiz aynıydı artık sadece görev yerlerimiz belli olacaktı. Etrafıma baktıkça hızlı bir şekilde, başımın döndüğünü hissettim. Ne babamı bulabildim ne de İdil’i. Hiçbir yüz tanıdık değildi ve bu tarz bir ortamda ilk kez bulunduğumdan içimde derin bir endişe vardı kaybolduğuma dair.
Çocuk aklı işte, babama olanın bana da olacağını sanıyordum.
Olduğum yerde kalakaldım. Çok öfkelenmiştim, kendi kendime kızıp nasıl kaybolduğumu sorguluyordum. Sağıma soluma bakıp dururken sağ omzuma bir elin dokunduğunu hissettim. Babam ya da İdil umuduyla başımı çevirdim ama gördüğüm hiç görmediğim bir yüzdü. Gümüş gri gözleri olan, benden çok daha uzun ve biraz daha yaşça büyük olan biriydi. Saçları, benimki kadar koyu olmasa da koyu renkliydi. Kavisli kaşları, kirli sakalı vardı ve üzerinde herkes de olan kıyafetler.
“Yeni başlayanlar ne taraftan gidecek biliyor musun?”
diye sorduğunda, sanki patlamayı bekliyormuşum gibi adıni dahi bilmediğim kişiye çıkışıverdim.
“Ben de bilmiyorum takip et birilerini işte.”
Böyle çıkışınca elini omzumdan çekti, o ana kadar kaşlarımın çatık olduğunun farkında bile değildim.
Sırtını bana döndü ve sırtımı ona döndüm. Aynı kaldırımdan farklı yönlere doğru ilerlemiştik. O an bunu bilmiyordum ama aslında ayrılan tüm yollar bizim yeniden bir yerlerde birleşmemiz içinmiş.
?
Eylül, 2015
Günlerim o kadar yoğun geçiyordu ki, artık aynaya dahi bakamaz olmuştum. Bir yandan üniversite sınavına hazırlanıyor, bir yandan gönüllü olduğum işe devam ediyordum. Çıkış zili çalmadan önce, beni gönüllü olduğum yardım vakfına girmemi sağlayan arkadaşım Defne ile sohbet ediyorduk.
“Çıkışta ne yapacaksın?”diye sorduğunda ona,
“Bugün çarşamba biliyorsun, yemek dağıtacağız ve bugün ufaklıklara ziyaret günü.” diye cevap verdim. Defne, elini kıvırcık saçlarının arasından çıkartıp alnına dokundu,
“Hep unutuyorum. Hangi günler senin görev günlerin?”
“Pazartesi, çarşamba ve cuma.”
“Doğru… Ama fazla yoruyorsun kendini. Biraz hayatını yaşa, henüz on sekiz bile değilsin.”
Söylediklerine gözlerimi devirdim,
“Başlama sen de İdil gibi. Bir ton işim var. Her şeyin zamanı gelir hem ben böyle çok mutluyum.”
Omzuma omzuyla çarparak güldü ve,
“Bugün hangi sokaklarda olacaksın belli mi?”
Başımı sallayarak telefonuma kaydettiğim sokak isimlerini açtım.
“Yemekleri Limontepe tarafında dağıtıp, Buca’ya geçeceğiz.”
Tek tek sokakları gösterdikten sonra sadece onaylar bir ses çıkardı. O sırada zil çaldı ve kapıya doğru ilerledik. Defne bir anda bana doğru dönüp,
“Dikkat et kendine. Görüşürüz.” Dedi ve cevabımı beklemeden koşarak okuldan çıktı.
İdil’le Limontepe de işimizi hallettikten sonra Buca’ya geçtik ve farklı sokaklara dağıldık. Uzunca bir süre sokak sokak dolaşıp, her zamanki ev ziyaretlerinde bulunup sokakta gördüğüm çocuklarla sohbet edip ihtiyaçlarını listeledim. En son ekiple buluşma noktamızda görüşüp listelediklerimi verdim ve izbana doğru ilerlemeye başladım. Kendimi çok yorgun hissediyordum. Saat sekize geliyordu ve hava kararıyordu yavaş yavaş. Hemen eve gidip birkaç saat uyumak ardından ders çalışmak istiyordum. Tam sokağa dönmüştüm ki bir arabanın yanımdan rüzgar gibi geçip bulunduğum sokağa girdi. Kaşlarım anında çatılırken araba bir çöp tenekesinin yanında durdu. Arabanın içinden karanlıktan dolayı tam seçemediğim, oldukça uzun boylu biri çıkıp tenekenin yanına çöktü ve bağırarak sövmeye başladı. O kadar hızlı ve hararetli konuşuyordu ki dediğini anlamadım sadece bir anda kollarında on yaşlarında bir çocukla arabasının kapısını açmaya çalışırken sokak lambası üzerine düşmüştü ve kollarındaki oğlan çocuğunun kanlar içinde olduğunu fark etmiştim. Ela gözlerim fal taşı gibi açılırken koşarak yanlarına doğru ilerledim. Adam fısıldıyordu,
“Nasıl yapar bunu sana nasıl?”
Arabanın kapısını hâlâ açamadığından iyice sinirlenmişti ve benim varlığımı hâlâ fark edememişti. Ben de çocuğa bakmaktan ona bakmıyordum. Kapının kolunu tutup açtım. O an gözlerim tanıdık ama yabancı olan gümüşlerle birleşti. Kaşları çatıldı.
“Nefes alıyor mu?” Diye sordum koşmaktan nefes nefeseydim. Yüzüme çatık kaşlarıyla baktı ve oğlanı arka koltuğa yerleştirdi.
“Alıyor.” dedikten sonra bir an bile beklemeyip arabasına atlayıp, son süratle gitti. Kaldırıma oturup kaldım sokakta bir başıma. Küçük bir çocuğa bunu kim neden yapardı? Kafamda sürekli dönüp duran bu soru, damarlarımı yakıyordu. Nefesimi düzenleyene kadar orada oturdum ve sonra ağır ve yorgun adımlarla, içimde büyük bir soru kutusuyla izbana doğru ilerlemeye başladım, aynı kaldırımın farklı yönünden.
?
Eylül ayının son günlerinde, öğle molamızda Defne ve ben, koridorun sonunda camın önüne oturmuş sohbet ediyorduk.
“Annem söyledi sizin kurumun gecesi varmış. Katılacak mısın?”
Esnerken,
“Bilmiyorum.” diye fısıldadım. Sonra devam ettim, “İdil gitmek istiyor ama bensiz asla gitmez. Ben de isteyip istemediğimden emin değilim. İçimde bir sıkıntı var son günlerde ya…”
Defne omzuma omzuyla çarpti ve gülerek,
“Bahane etme iç sıkıntılarını, Yankı. Hiç geçmiyor ki zaten… Ben de katılacağım annemin yanında.”
“Ah o zaman Abis Derneği güzel görsün.”
Söylediğim şey Defne’yi güldürdü.
“Abis Derneği üç güzel görsün. En genç biziz hem…”
Başımı sallamakla yetinip İdil’e akşama hazırlanması için mesaj attım.
?
Üzerime bordo renginde kayık yaka, penye bir kazak altıma siyah, dar bir pantolon giymiştim. Kulağımda minik küpeler vardı. Omzuma değen saçlarımı düzleştirmiş, artık uzamış olan kakullerimi iki yanıma doğru ayırıp yanaklarıma dökülmesine izin vermiştim. Biraz rimel sürüp hafif bir ruj değdirdikten sonra İdil de hemen gelmiş ve ayarlanan mekana gitmek için yola düşmüştük. Ailemle ayrı yaşıyordum, onlar işleri yüzünden Antalya da kalmak durumundaydılar. Anneme nerede olacağımı bildiren bir mesaj attıktan sonra telefonu cüzdanımın içine koydum. İdil çok gergin görünüyordu.
Tıpkı ilk derneğe katıldığımız o gün gibi. Belki de İdil başıma gelecekleri hissetmişti. Belki de ben de bu ihtimale tutunup kendimi kandırıyordum şu an, her neyse. Olanlar olmuştu… Olmuştu da ihtimallere olan sevdam seneler sonra bile geçmeyecekti. Geçmedi.
Girişinde bulunduğumuz mekan iki katlı ve lükse yakın bir yerdi. Bostanlı sahilin oradaki caddenin üzerindeydi. Güneş teninin son ışıklarını göğe sererken gün batımı renkleri etrafa saçılıyordu. Aklımda bir saat kalıp, dernektekilere görünmek sonra eve gidip uyumak vardı. Yanımızda bir anda Defne belirince aklımdakiler bir balon gibi patladı ve dağıldı.
“Ben dedim Abis Derneği üç güzel görecek diye…”
Laciverte kaçan, mavi v yaka bir bluz giymişti. Turuncumsu kıvırcık saçlarıyla çok sevimli gözüküyordu.
“E hadi girelim de başlasın bir an önce.”
Dedikten sonra ikisini çekiştirip mekanın içine soktum. Etraf beyaz renkle kaplıydı ve herkes çok şık gözüküyordu. Genelde birbirimizi formalarla gördüğümüzden bu görüntü bana tuhaf gelmişti. Nazan ablayı görünce koşarak yanına gittim. Dernekteki en sevdiğim insanlardan biriydi. Ayaküstü sohbet etmeye başladık, bu sırada gecenin asıl amacı olan şey yeni ekip arkadaşlarımızi tanımak ve derneğimizi tanıtmaktı. Arada sırada konuşmacı Volkan abiye alkış tutuyor, ara sıra Nazan ablaya espiriler yapıyor onun gülmesini sağlıyordum. Ortam çok sıkıcıydı. Genel olarak herkes yaşını almış insanlardı. Ben, İdil ve Defne dışında herkes otuzlu yaşlarında ya da daha üstündeydi. Nazan abla ise yirmi dokuzun son günlerindeydi.
“E abla sen bizimle de takılmazsın artık.” diye ciddi bir ifade takınarak lafa giriştim.
“O nereden çıktı şimdi, Yankı?”
İdil’i dürterek,
“E otuz olmana ne kaldı şurda.” Dediğim an İdil,
“Benim için otuz olalı aylar oldu abla. Biliyorsun ki yılbaşı herkesin doğum günüdür.”
Nazan abla kaşlarını çatarak,
“Sizi minik şeytanlar sizi. E o zaman sen de on sekizsin, reşitsin İdil öyle mi?”
İdil ve ben çocukluktan arkadaştık ve dörtlü bir arkadaş grubumuz vardı. Senenin ilk doğum günü bana aitti çünkü şubat doğumluydum. Dörtlümüzdeki en sondan ikinci doğum günü İdil’e ait olduğundan her sene yaş kavgası yapardık. En sonunda kendi doğum gününü ve ben haric dünyadaki herkesin doğum gününü yılbaşı günü ilan etmişti…
“Abla, biliyorsun ki ben bizim grupta en önce reşit olanım. Ocak ayınin ilk günü reşitim artık ama Yankı şubati bekleyecek. Sende yılbaşında otuz oldun bu kadar basit işte.”
Gözlerimi devirerek güldüm Nazan abla olayı anlayamadığı için,
“Ne diyorsun kız deli? Benim doğum günüm ekim ayında.”
Nazan ablanın omzuna dokunarak,
“Abla bırak şunu ya, kendi kendine ilan edip duruyor bir şeyler… Ama otuz olmana az kaldı ve sen de yakında bizi bırakıp diğer yaşlı tayfayla fatura muhabbeti yaparsın.”
“Siz ikiniz bir araya gelmeyin. Özel istekte bulunacağım Volkan’dan asla aynı yerde görev yapmayın…”
İdil ve ben kahkahalara boğulurken Defne ortalıkta gözükmüyordu.
Zaman nasıl geçti anlamamıştım. Defne, İdil ve ben derneğin maskotu gibiydik. Herkese espiriler yapıyor, herkesle uğraşıyorduk ama yine de bizi seviyorlardı. Zaten biz de çok sevgiden bunları yapıyorduk. Etraf iyice kalabalıklaştığında içimde varlığını unuttuğum sıkıntının beni boğacak dereceye geldiğini hissettim. Bazen oluyordu bu his bana. Biraz gürültüden uzaklaşsam ve kendimi sakinleştirmeye çalışsam her şey geçecekti, biliyordum. Hızlı adımlarla yanıma İdil geldi,
“Yine yüzünun rengi atmış dağılmışsın. Lavaboya gidelim mi? Hiç iyi gözükmüyorsun.”
Midemin bulandığını hissederek ağzımı elimin tersiyle kapattım. Neden böyle oluyordu bilmiyordum ama sık sık yaşadığım bir durumdu. Bildiğim tek şey en geç on beş dakikaya geçeceğiydi.
Hiç bir şey bildiğim yoktu. Yalnızca bildiğime kendimi inandırıyordum. Bu felaketleri içimde biriktirmenin ilk çıkış yoluydu. Bilmiyordum. Daha da beter olacaktım, kafama bunu sokamıyordum. Bir daha iyileşemeyecektim, bunun farkında olmama, bataklıkta çırpınmama rağmen camurdan medet umuyordum. O an bilmediğim bir sey daha vardı. İçimdeki o derin huzursuzluk yüzünden yalnız kalma isteğim, birkaç dakika sonra hayatımı sonsuza dek değiştirecekti.
Defne koluma girdi ve İdil’e Nazan ablanın onu aradığını söyleyip onun yanından beni uzaklaştırdı.
“Ne oldu?”Diye sordu meraklı bakışlarla.
“Hiç. Lavaboya gidelim mi?”
Defne etrafa bakındı,
“Sen git, yukarıda. Ben hemen geleceğim anneme bir şey söylemem gerekiyor.”
Başımı onaylarcasına sallayarak bulunduğumuz alandan çıkıp merdivenleri tırmanmaya başladım. Üst kat alt katın çok zıttıydı. Kapıdan girer girmez dikkatimi loş, mor ışık çekti. Burası yarı karanlık bir yerdi. Duvarların rengini ayırt edemiyordum ancak tüm duvarların üzerinde, sanki duvarın içinden geliyormuş gibi, yıldız misali mor ışıklar vardı. Mor yıldızlı gökyüzü, diye geçirdim içimden. Masa ve koltuklar sadece duvar kenarlarındaydı ve orta yer boş bırakılmıştı. Sağ köşenin biraz ortalarına doğru bar kısmı vardı, içinde de bir barmen bardakları siliyordu. Cidden, iki elin parmak sayısını geçmeyecek kadar az insan vardı. Karşıma baktığımda sahne gördüm fakat boştu. Mekanı kendi gibi büyüleyici bir ses dolduruyordu. Yabancı bir şarkı buğulu ve boğuk bir sesle kulaklarıma yayılmıştı. Midemin bulantısı artınca lavaboya doğru koştum. Kusamayacağımı biliyordum. Elimi yüzümü yıkadım. Yüzümdeki makyajdan kurtuldum. Klozetin kapağını kapatıp üzerine oturdum. Nefesimin düzene girmesini bekledim uzumca bir süre. Bir ara ağlayacaktım hatta ama Defne geleceği için kendime zorla engel oldum.
Neden böyle olduğumu bile kendime itiraf edemiyordum, kendime itiraf ettiğim tek şey iyi hissetmediğimdi. Bir şeyler beni kemiriyordu, bir şeyler ruhumun kalbini demir parmaklarıyla eziyordu. Geçmiş benim için bir kuyuydu, düşmekten ödüm kopuyordu.
Ödümün koptuğu o şey başıma gelmemişti ama ben tamemen bir çukura dönüşmüştüm. O zaman orada kendini dizginlemeye çalışan kız bunu bilse ne yapardı, bilmiyorum. Sanırım en kötüsü o kızı kaybetmemdi, kuyuya dönüşmem değil.
Tek göz yaşı dökmeden defalarca hıçkırdım. Yaklaşık yirmi dakikanın sonunda kendimi az da olsa sakinleştirebilmiştim. Yavaşça lavabodan çıktığımda etrafta hala Defne’nin olmadığını gördüm. Cüzdanımın içinden tokamı çıkarıp saçlarımı çok sıkı olmayan bir at kuyruğu yaptım. Dilim damağım kurumuştu. Bar kısmına doğru ilerleyip bir su rica ettim yeşil gözlü barmenden. Oturup yavaşça içtim. Etraf o kadar loştu ve benim aklim o kadar bulanıktı ki bu dinginlik bana bir süre ilaç gibi gelmişti.
O dinginlik fırtınamın sessizliğindendi, ama ben o an buna ilaç gibi demiştim, komik.
Yanımdan o kadar hızla biri geçip sahnenin ardına doğru ilerledi ki bir esinti yayıldı. Başımı kaldırdığımda onun sırtını gördüm daha sonra barmenle göz göze geldik. Başımı hemen eğip,
“Nerede kaldın, Defne ya…” diye kendi kendime söylendim. Yarım saattir buradaydım ve hâlâ gelmemişti. Telefonuma baktım bir mesaj da yoktu. Oflarken barmen konuştu,
“Bugün biraz sinirli.”
Kafamı yerden kaldırıp anlamsızca ona baktım,
“Hım?”
“Okyanus sana hayatta satmaz niye buradasın sen?” dedi bir şişenin kapağını açarken.
Kaşlarım çatılmıştı,
“Neyden bahsettiğini anlamıyorum… Beni biriyle karıştırdın sanırım.”
Kendinden emin bir şekilde tezgahın üzerine dökülen içkileri silerken,
“Hayır, karıştırmadım. Git yanına ama diyorum ya çok sinirli bugün.”
Ayağı kalkıp,
“Kimin yanına, ne diyorsun?”
Barmen gülümsedi,
“Git öğren madem bilmiyormuşsun bak orada. O da seni bekliyordur…”
Gözlerim parmağını takip etti. Başımı kaldırdığımda, aynı zamanda o da bana baktı. Loş ışıkların arasından göz göze geldiğimiz an onu tanıdım. Geçenlerde kucağında yaralı bir çocukla olan adamdı bu. Neden yaptım, bilmiyorum ama o an ona doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım. Bu sırada o kafasını birkaç kez başka yöne cevirmiş ama hemen ardından yine gümüş gözlerini gözlerime sabitlemişti. Üzerinde siyah, düz bir tişört altında siyah bir kot pantolonu vardı. Saçları yeni kesilmiş gibiydi ve sakalları da. Yaklaştıkça yüzümü daha fazla esir alıyordu.
“Kurtuldu mu?” diye sordum yanına vardığımda. Aramızda birkaç adım vardı. Çatık kaşları havalanırken, bir süre cevap vermeyip yüzümü inceledi. Hatırlamamıştı sanırım ama sonra yüzü yeniden ciddileşti.
“Kurtuldu.” dediğinde derin bir oh çekmiştim. Her ne kadar mental olarak biraz toparlanmış olsam da midem hâlâ bulanıyordu ve başımda hafif bir dönme vardı. Yüzümü ekşitip onaylarcasına başımı salladım. Tam dönüp gidecektim ki başım şiddetle döndü ve o an elimdeki cüzdanı yan tarafımdaki masanın üzerine bırakıp masaya tutunmaya çalıştım. Ani bir refleksle karşımdaki adam yani adını barmenden öğrendiğim Okyanus beni kolumdan son anda tuttu.
Bu beni bir yerden ilk çekişi olmayacaktı.
Bir süre yüzümüze baktık birbirimizin. İçimden bir sızı geçti gitti. Hiçbir şey söylemedi, ben de hiçbir şey söyleyemedim.
Bu birlikte ilk defa susarak konuşmamızdı. Sonrasında hep susarak anlaşılmayı bekleyip birbirimizi mahvedecektik. Onun sessizliğiyle muhattaplığım hiç bitmeyecekti; varlığında da yokluğunda da.
Kalbimdeki o tanıdık ağrı yine benimleydi. Kendimi toparladım, kolumu tutan elini benden çekti. İyi olup olmadığımı sormadı, ama ben yine de,
“Teşekkür ederim, Okyanus.” diye fısıldadım. Neden ona adıyla seslendiğimi bilmeyerek.
Sadece adını söylemek istemiştim. Belki de adını bildiğimi bilsin istemiştim.
Bakışları değişti. Cevap vermedi. Ben de sırtımi dönüp merdivenlerden inecekken,
“Adın ne?” Diye seslendi. Bu her nasılsa gülümseme sebep olmuştu,
“Yankı.” Dedim yüzümdeki kocaman gülümsemeyle. İnsanlara sık sık gülümseyen biriydim ama ilk kez bu istemsiz olmuş ve utanç verici hissettirmişti. Önüme dönüp, düşmemeye çalışarak merdivenleri indim. Kapıdan anında çıkarak hızlı adımlarla sahil kenarına indim. Tam karşıdan karşıya geçiyordum ki bir arabanın korna sesiyle ve bir kolun beni geriye çekmesiyle kalbim deli gibi çarpmaya başladı.
Sağıma ya da soluma asla bakmayan bir kızdım. Hâlâ böyleyim. Şimdi karşıdan karşıya geçerken aklımda hep o oluyor ama hâlâ trafik ışıkları umrumda değil.
Arabalar son sürat geçerken karşımda Okyanus’u görmeyi beklemiyordum. Yine aynı surat ifadesiyle bana bakıyordu.
“Sağına soluna hiç bakmaz mısın sen?” diye söylendi.
“Hiç.” diye cevap verdim omuzlarımı kaldırarak.
Hafifçe gülumsedi ve dudağının kenarında bir boşluk oluştu. Dudaklarımı birbirine bastırarak bende gülümsedim.
“Cüzdanın kalmış.” derken bana siyah cüzdanımı uzattı. Cüzdanı alırken soğuk parmağı parmağıma değdirdi.
“Üç kere teşekkür ederim.” dedim yola bakarken. Yeniden bir tebessüm oluştu yüzünde ama hemen geçti. Yine cevap vermedi. Karşıya geçtim koşarak. Bir arabayı kıl payı sıyırmıştım.
Karşı yoldan başını iki yana salladı,
“Adın Hera’ymış.” Bu isim beni duraklattıysa da, kalbimdeki bir dikişi patlattıysa da, yutkundum ve omuz silkerek bağırdım,
“Cüzdan kurcalamak senin alışkanlığınmış.”
Ardıma bile bakmadan sahil yolunda ilerlemeye ve karanlıkta kaybolmaya başladım.
Beni kaçıran duyduğum ismim değildi. Geçmişimdi. Kendimden kaçmaya çalışıyordum. En sonunda kaybedecek ve kaybolacaktım ve bir daha bunun telafisi olmayacaktı.