Asansörün hızla yükselişini seyrediyorum. 7, 10, 11, …… 33… Ve o kattayım. Tüm şehri ayaklarının altına aldığın o restorandayım. Girmek için üç hafta önceden aldığım rezervasyonumu kontrol etmek üzere kapıda beni bekleyen görevliye, rezervasyonumun varlığından emin olarak üstün bakışlarla gülümsüyorum. O ise benim bu halime içten gülerek bir rezervasyondan daha para kazandığı için benim tatmin oluşumu kutlarcasına bir daha tekrar gelmemi sağlayacak tatminkar duruşuyla bir yüz ifadesini yansıtıp kafasını soldan sağa doğru çapraz olarak eğip sol eliyle içeri doğru buyur ediyor. İçeriye girdiğim anda gözlerime şehirden ve uzay boşluğundan gelen yansımalar yüzünden göz bebeklerimin algı kavrayışını yükseltmek için kaslarının gerildiğini hissediyorum.
Dana antrikotun kokusu hafifçe burnuma doğru geliyor ve iştahım boş tabak önümde beklerkenin birkaç katına çıkmasını sağlıyor. En sevdiğim baharat kekiği eklemeli mi yoksa tadına bakıp öyle mi eklemeli ? Çatalın ucundaki eti hafifçe ısırdım. Etin yağının dudağımda yayılışının hazzına erişirken aklım kekikli halindeydi. Isırık aldığım diğer yarısını az önce boş tabağa biraz döktüğüm kekiğe biraz da yağ döküp batırdım ve ağzıma götürdüm.
Yemeğin tadı ağzımda hala taklalar atarken, kahve istiyorum. Kahvemin şekerini az şekerli olarak söylüyorum. Aklımın bir ucunda ise orta, bir ucunda da şekersiz varken orta yolda az şekerli de buluyorum.
Kahvem geldiğinde manzarayla gözlerimin daha yoğun buluşmasına izin veriyorum ve o anda sonsuz bir ufuk gibi geliyor gökyüzü, nasıl bir ilizyon. Nefes verişimle birlikte yanağımın bir tarafı çukurlaşıyor ve sırıtıyorum bu duruma evrenin sonsuz bir yansıtma daha doğurmasına.
Kahvem mi? Bilmiyorum, şekersiz istediğim için mi biraz şekerli yoksa orta şekerli istediğim için mi şekersiz. Bedenen tam hissettiğim anda lavaboya gittiklerimi sanacakları şekilde, masada kalmış bir yarımlıkla kalkıyorum. Dört bir yanı açık camlarla kaplı oval bu restoranın lavabolarına erişmek için ortadan geçerken mutfakta çalışırken gördüğüm aşçıya bu güzel leziz yemek için teşekkür ediyorum, ona bön bön bakarak kafamda kuracağım boş onlarca düşüncenin aksine. Lavabonun kapısına varıyorum, tek bir lavabo ne bayan ne bay yazan ne etekli bir figür ne de şapkalı. Ellerin her zaman temiz kalması gerektiğini ve bunun son ana kadar olması gerektiğini düşünürcesine sabunların parmak aralarında da gezinmesine izin veriyorum. Aynanın karşısında kıyafetimin duruşunu bir toplayıp, saçlarımın dağınık düzenine bir de ben katkı yaparak dağınık ama düzenli olmasını sağlıyorum. Kendime somurtan ben olmamak, yadırgadığım insanların karşısındakinden farksız olduğunu göstermek aynı zamanda yaşama bağlarcasına gülüş atmaya çalışıyorum.
Kapı kolu parmaklarım arasında hafifleşiyor. Adımlarım ürkekleşiyor, altımdaki son beton da sanki titriyor. Varlığım kaybolmaya direniyor. Lavabonun yanındaki yangın kapısına dokunuyor ve itiyorum. Kapı’nın arkamdan kapanarak alarmı çalıştırmaması için akıllı telefonumu kapı eşiğine yerleştiriyorum. Tüm hava içeriyi estirmeden acele etmem gerektiğini biliyorum bu yüzden yangın merdivenlerinden bir yarım kat daha çıkıyorum. Ayaklarımı basamaklara yarım, ellerimi de duvar korkuluklarına severek dokunduğu ama ayrılması gereken bir sevgili gibi dokunuyorum. Boş kefeyi birkaç kez daha tartıyorum; istediğim taraf mı ağır, ağır tarafımı mı istemiyorum? Üstünlük mü, ben mi, mantık mı, sevgi mi, samimiyet mi, yalan mı, toplum mu, haz mı, ayrılan mı, terazi mi?